1 Ağustos 2020 Cumartesi

İNSANI İNSAN İÇİNDE ARIYORUM





İnsanlığın 21. yüzyılda da etki alanını genişleten en temel problem “varoluş” problemi olmuştur. Varoluş, insanın kendi yaşamını ve kendini sorguladığı bir döngüdür. İnsan sorgulamadığı vakit yaşayan ölüdür. Bu makaleyi kaleme alırken masaya yatırdım tüm düşünceleri ve sorguladım. Şimdi varoluş içinde yok olmaya başlayalım adım adım…

Varoluş kelimesinin köküne inmek varoluş problemini anlamamızda biraz daha geniş pencere açacaktır. Varoluş şu iki kelimeden ibarettir: Varlık ve oluş.Varlık, (1) yokluk ya da gerçek dışı olana, (2) görünene veya hayali olana ve nihayet (3) daha önce olmayıp da sonradan vücuda gelene karşıt olarak, var olanı, kendinde olanı ve nihayet kalıcı ve sürekli olanı tanımlar. Oluş ise, yokluktan varlığa, ya mutlak ya da göreli bir geçişi ifade eder. Buna göre de mutlak anlamda oluş, ya yokluktan varlığa ya da varlıktan yokluğa geçişi tanımlar.

Varoluşun kökeni bu şekilde iken varoluşçuluk terimi nasıldır? Bu terimi en güzel şu cümle özetler: “Sartre, Jaspers, Camus, Heidegger ve Marcel gibi düşünürler tarafından geliştirilen, modern dünyanın, özellikle, kitle toplumu üzerinden kendisini gösteren, krizinden beslenen çağdaş felsefe akımıdır.”[1]

Sartre’ın varoluşçu anlayışına göre, eğer Tanrı yoksa –varoluşu özden önce gelen- bir varlık vardır.[2] Marksist estetik kuramından etkilenen Sartre’da, sanatın toplumu özgürleştirici ve insanın hümanist değerlerini arttırıcı bir rolü bulunur. Sartre, ateist hümanist varoluş felsefesini kurar ve buradan hareketle, varoluş özden önce gelir, der. Bunun ise tam olarak anlamı şudur: İlkin insan vardır, insan önce dünyaya gelir, var olur. Daha sonra tanımlanıp, belirlenir ve özü ortaya çıkar.

Sartre’a göre insan için hayal gücü çok önemlidir. İnsan hayal gücünden beslenmelidir. Eğer insan hayal gücünden beslenirse kafasında kuramayacağı hiçbir şey olamaz. Öncesinde de belirttiğim gibi Marksist estetik kuramından etkilenen Sartre için, sanatın amacı, insan özgürlüğüdür.[3]

İnsan İçindeki Bulantı

Tüm bu yazdıklarımdan sonra Sartre’ın Bulantı (1938) eserine değinmem yararlı olacaktır. İnsanı iç bulantısı bırakmaz. İçten içe kan kusar insan. İnsanın iç sıkıntıları ile karşı karşıya gelmesi, insanda bir irkilme, tiksinme hali bırakır. İşte Sartre buna “Bulantı” adını verir.

Sartre Bulantı eserinde şöyle yazar:  Benim bildiğim nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerine koruz. Onlar sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan.” [4] Öyle ki Sartre burada tüm nesnelerin varoluşunu sorguluyor. Sartre’a göre insan kendisini anlamsız bir varlık ve boş bir hayat karşısında buluyor.

Yaşamın anlamından kuşku duymak ve bu kuşkuyla yaşamak varoluşun ilk aşaması olan “tiksinti/bulantı” haline takılıp kalmasından ibarettir. Bana göre Sartre’ın Bulantı eserinin en vurucu yeri şu kısımdır: “Sokaklarda da ne idüğü belirsiz bir yığın gürültü sürüp gidiyor.” [5]Dünya eşit bir yer değildir. Bu eşitsizlik içinde eşitliği korumaya ihtiyaç vardır. Fakat gelin görün ki birçok bilinmeyenli denklem eşitsizliği içinde kaybolmuşuz. Aslında bir varmışız bir yokmuşuz. Varoluşçu karakterler aslında yaşamdan uzak, yalnız ve umutsuzdurlar. Kendi kabuklarına çekilip dünyayı uzaktan izlerler. Tıpkı Sartre’ın Bulantı romanındaki A. Roquentin gibi…

Arayıştaki Aylak Adam

Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam (1959) romanı; toplumdan kopukluğun, yabancılaşmanın aynı zamanda bir arayışın izlerini tıpkı bir kişinin ellerinde taşıdığı senelerin izi gibi taşımaktadır. Romanın başkarakteri olan C.’nin, yaşamını dört bölümle anlatan bu yapıtta, bir tutamak arayışı söz konusudur.
Romanda şu cümleler yer alır: “Düşünüyordu: Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleri ile onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”[6]Burada karakterin sözünü ettiği eritmek kelimesinin anlamı açık ve nettir ki kalabalıkların hayal gücünü öldürüp, erittiğidir. Aylak Adam hayal kuran bir kişinin desteklenmesini ister. En nihayetinde hayal gücü, insanın ufkunu genişletir.

Yazar hayal gücüne değindikten sonra bu koca kalabalık içinde nasıl var olunur sorusunu şöyle cevaplar: “…kendi boyadığım bir resmi göstereceğimi söyledim. Kalabalığı yardık. Uzun uzun baktı.”[7] Burada vurgulanan kalabalık içinde var olmanın yolunun sadece kalabalığı yarmaktan geçtiğidir. İnsanın varoluşunda dil en temel unsur olarak yer almaktadır. Yusuf Atılgan, kalabalık yarılsa da kelimelere verilen anlamlardan ve değerlerden de söz eder. “Sevmek! Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dili konuşmuş olmuyor mu?”[8]Değerler bir olmadıkça iki kişi iki ayrı lisanda konuşmuş olup anlaşılmaz duruma düşmüş olurlar.

Değerler dışında Aylak Adam, modern insanın huzursuzluğunu ve bir tutamak arayışı içinde olduğunu şu cümlelerle anlatır. “Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı… Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne, işine, sanatına…” [9]

Oğuz Atay, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam eserini okuduktan sonra insanın tutamak sorunu kısmı, kendisinin dikkatini çekmiştir ve ardından Tutunamayanlar’ı kaleme alır.

Tutunacak Bir Dalımız Kalmadı, Tutunamıyoruz

İnsanı, insan içinde ya da insanı kendi içinde aramanın hatta arayıp bulmaya çalışmanın yolunun çok okumaktan ve çok sorgulamaktan geçtiğini düşünüyorum. Günümüzde insanların insanlığa dair hiçbir şey yapmadığı kanısındayım.

Başlarda bahsettiğim tutamak sorununa değinmek yerinde olacaktır. Yusuf Atılgan’dan sonra, Oğuz Atay Tutunamayanlar’da (1971) şu cümleyi yazar: “Bir şeyler yapmak, bir yere tutunmak istiyorum.”[10]İnsan bir yere tutundu mu kendini güvende hissediyordu. Başına ne gelirse gelsin ayakta durabilmek adına çaba sarf ediyordu.

Öyle anlar ki oluyor ki insan koca evrende tutunacak bir şeyler istiyor. Yeri geliyor sevgiye tutunuyoruz ya da tutunmaya çalışıyoruz. Sevgiye tutunmak kadar güzel bir şey yoktur. Bir şeye, bir şeylere tutunmak güven veriyor insana. Kişi kendinin güvende olduğunu daha iyi biliyor. Ama an geliyor tutunacak dalımız kalmıyor. Oğuz Atay’ın deyişi ile: “İnanarak dinlememizi güçleştiriyorlar. İnsan her sözü kuşkuyla karşılıyor artık. Gerçekle düş birbirine karışıyor; yalanın nerede bittiğini anlayamıyoruz. Tutunacak bir dalımız kalmıyor. Tutunamıyoruz.”[11]

Sonuç olarak insanı insan içinde arıyoruz. Bulamıyoruz. Koca kalabalık ortasında var olmaya çalışırken yok oluyoruz. Hayat bize acı yüzünü göstermekten başka bir şey yapmıyor. Bunu fark edip hayatın acı yüzüne gülemiyoruz.

Kimi zaman Sartre’a bulanıyoruz. Ama bunalmıyoruz. İçimize kusuyoruz ne varsa. Gökten yere düşen yağmur taneleri gibi düşüyoruz hayatta ama geri kalkıyoruz. Pes etmek lügatimizde yer almaz iyi biliyoruz. Ama çoğumuz pes ediyoruz. Bazen Yusuf Atılgan gibi aranıyoruz, aylak aylak geziyoruz. Zaman neyi, neleri gösterecek bilmiyoruz ve her şeyi zamana bırakıyoruz.  Yeri geliyor bir Oğuz Atay eserinde yalvaran bir karakter oluyoruz: “Kader bizim yüzümüze gülmez albayım, gülmez! Gülse gülse arkamızdan güler…” diyoruz. Meğer yüzümüze gülen tek şeyin yalnızlık olduğunu anlıyoruz…







KAYNAKÇA

·         Ahmet CEVİZCİ, Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları, İstanbul, 2017
·         J. P. SARTRE, Varoluşçuluk, Say Yayınları, İstanbul, 2016
·         J. P. SARTRE, Bulantı, Can Yayınları, İstanbul, 2016
·         Yusuf ATILGAN, Aylak Adam, Can Yayınları, İstanbul, 2019
·         Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018


[1] Ahmet CEVİZCİ, Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları, İstanbul, 2017,s.442
[2] J. P. SARTRE, Varoluşçuluk, Say Yayınları, İstanbul, 2016, s.63
[3] J. P. SARTRE, Varoluşçuluk, Say Yayınları, İstanbul, 2016, s.71
[4] J. P. SARTRE, Bulantı, Can Yayınları, İstanbul, 2016, s.28
[5] J. P. SARTRE, Bulantı, Can Yayınları, İstanbul, 2016, s.20
[6] Yusuf ATILGAN, Aylak Adam, Can Yayınları, İstanbul, 2019, s.24
[7] Yusuf ATILGAN, Aylak Adam, Can Yayınları, İstanbul, 2019, s.34
[8] Yusuf ATILGAN, Aylak Adam, Can Yayınları, İstanbul, 2019, s.89
[9] Yusuf ATILGAN, Aylak Adam, Can Yayınları, İstanbul, 2019, s.183
[10] Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s.112
[11] Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s.254

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

WITTGENSTEIN FELSEFESİNDE DİL VE DÜNYA İLİŞKİSİ

  "Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler." Wittgenstein Ludwig Wittgenstein’ın, dil felsefesi bağlamındaki görüşlerine biz...