31 Mayıs 2020 Pazar

ANTİK YUNAN’DA RUH GÖÇÜ: REENKARNASYON





İnsan üzerine yapılan tartışmalar günümüze kadar süren ve aynı zamanda felsefenin temel problemlerindendir. Fizyolojik ya da biyolojik açıdan bakınca insanda var olduğu söylenen ruhsal taraf hem dinlerin hem de felsefenin dikkatini çekmiştir. İnsanın bir bedene sahip olduğu kehribarın içinde barındırdığı renk kadar açıktır. Bu noktada ruh ve beden üzerine sorulan sorular, tespih taşları gibi yan yana dizilip akıllarda belirir: Peki, ruh gerçekten var mıdır ya da insanda gerçekten bedenden farklı ayrı bir töz var mıdır? Bu ve benzeri soruların aklımızda dizilişi sınırsız olarak yer alır.

Bu makalemde Antik Yunan felsefesinden hareketle ruhu, ruh göçünü ya da reenkarnasyonu kaleme aldım... Makalemi kaleme alırken, oldukça basit bir şekilde ifade edecek olursam ruhun bedenden ayrılması olarak ifade edilen ölüm sonrası ruhun durumunu Antik Yunan filozoflarından hareketle açıklamayı amaçladım. Reenkarnasyon üzerine düşünceler evrende bulunan yıldızlar gibi sonsuz niteliktedir. Koyulu açıklı Antik Yunan kıyılarında yaşayan kimi büyük filozoflar ruh göçüne ya da tekrar yeniden doğuşa inanırken kimi büyük filozoflarsa bu görüşü reddetmektedir. İslam felsefesinde reenkarnasyona da karşı çıkan düşünürler olmuştur. Reenkarnasyon kavramı yerini “tenasüh” kavramına bıraksa da aslında ikisi aynı anlama gelmektedir. Kelimelerimi Antik Yunan sınırları içerisinde sayfalara döküp Antik Yunan dünyasına doğru ruh göçü yapmaya başlamak ve ruhun ne olduğunu kavramak yerinde olacaktır.

Antik Yunan Felsefesinde “Ruh” ve “Yeniden Doğuş”

Reenkarnasyon din felsefesini de içine alan köklü bir çiçektir. Bazı felsefi görüşler ya da felsefi nitelikler vardır ve bunlara göre ölümden sonra yaşam yoktur. Oysa bu düşünceler diyalektikten veya dolayımdan uzaktırlar. Ölüm söz konusu ise yaşam da vardır. Ölümden bağımsız yaşam düşünülemez. Bunu düşünmemeyi düşünmek için diyalektikten uzak olmak gerekir… Yaşam tamamen bu dünyadan ibarettir. Yani tıpkı kahverengi bir toprağın üzerinde açmış bir ıhlamur gibi doğarız, kimileri gözyaşlarıyla sular ardından büyürüz ve sonunda sonbaharda yaprak döker ya da kökten kesilip ölürüz. Reenkarnasyon din felsefesini de içine alan köklü bir çiçektir bunu da göz ardı ederiz. Bu konuya farklı pencereden bakan düşünürlerin görüşlerinde beden toprakta yok olup gidecektir ve sadece ruh varlığını devam ettirecektir.

Çağdaş düşüncelerde reenkarnasyon daha çok Uzakdoğu dinlerinin etkisiyle günümüzde sıkça tartışma haline gelmiştir. Kur’an-ı Kerim’de de ruh göçü ifade edilmeye çalışılmıştır. Peki, söz konusu olan ruh nedir? Yunan felsefesinde özellikle insan felsefesi üzerinde duran Sokrates’te bulunan bir terim vardır. Bu terim psykhe terimidir. Antik Yunan felsefesinde yer eden bu terim ruh, zihin anlamına gelir. Canlılığı, canlı olma ilkesini ve daha sonrada yaşam ilkesini göstermektedir. Psykhe özellikle Sokrates ile birlikte başlayarak bilincin, zihnin aynı zamanda ahlaki kişiliğin bulunduğu yere de karşılık gelir. Ruhun ilk anlamlarından biri; [Latince. anima, lng. soul, Fra. âme] Bir kimsenin tinsel etkinliğinin ve çok çeşitli bilinç hallerinin merkezi, o kişinin benliğini meydana getiren entelektüel yetilerinin tümüdür. Diğer anlamı ise bedeni harekete geçiren aktif ilke, pasif ve cansız olan beden üzerinde bulunan güçtür.[1] Dolayısıyla buradan hareketle baktığımızda bedene hareket veren şey ruhun kendisidir. Ruhsuz bir beden koparılan bir papatyaya eş değerdir. Ruh, bedenden çıkınca beden ölür, topraktan koparılan papatya da yapraklarıyla ölüme yas tutar…
Ruh göçüne baktığımızda ise [Osm. tenâsuh, lng. metempsychose], insan ruhunun ölümsüz olduğunu, dolayısıyla beden ölünce ruhun yaşayıp başka bir varlığa geçtiğini ve bireysel olan ruhun bir bedene can vereceğini savunan öğretiye basitçe ruh göçü denilir. İnsan üzerinde olan iki bileşenden biri ruh, diğeri beden olarak yer eder. Bu iki bileşen arasındaki en temel olan ruhtur. Ruh, insanın gerçek özünü meydana getiren bileşendir. Söz konusu olan ruh göçü anlayışına göre insanın mutluluğunun temelde ruhta aranması gerekir.[2] Dolayısıyla ruh göçü için mutluluğun olması açıktır. Peki, ruh kavramı Antik Yunan içerisinde neler ifade ediyordu ve hangi düşünürler ruh kavramı üzerinde durdular?

İlkin Pythagoras’ın ruh anlayışına baktığımızda o, ruh göçü inancının savunuculuğunu yapmıştır. Söz konusu olan bu inanç aslında Yunan’da doğmamıştır. Bilindiği kadarıyla Uzakdoğu’dan Antik Yunan’a kadar sıçramıştır. En nihayetinde ruh göçü düşüncesinin anavatanı Hindistan’dır.[3] Pythagorasçıların önce dinle ilişkilendirdikleri ve ardından daha sonra felsefi bir problem ya da felsefi düşünce gerektirdiği kanısına vardıkları ruh göçü daha eskilerde şu şekilde ifade edilmekteydi: “Derler ki bir zorunluluğun öngördüğü bir döngüyle, ruhun canlılardan kâh birinin kâh öbürünün içine girdiği ortaya koyan ilk düşünür oymuş. Onun hakkında söyledikleri de şöyle: - Bir gün sopa ile dövülen bir eniğin yanından geçerken ona acımış ve şöyle demiş: Dur, vurma! Çünkü o sevdiğim bir adamın ruhu, bağrışını duyunca onu tanıdım…”[4] Tüm bunlar dışında Pythagorasçıların ruh göçü anlayışı da Platon’u derinden etkilemiştir. İnsanın mutluluğunun ruhta aranması gerektiğini savunan Pythagorasçılara göre, ruhun bedenle olan ilişkisi ruhun özünü kirletir. Ruh, söz konusu olan beden ile ilişkisine bu dünyada yaptığı iyilik ya da kötülüklere bağlı olarak tanrısal alana yükselinceye dek bir doğuş çemberinin içerisinde olur. İnsan öldükten sonra değer bakımında kendisinden daha aşağı ya da daha yüksek varlıklara göç eder…

Pythagoras dışında Empedokles, Demokritos, Anaksagoras gibi Antik Yunan doğa filozofları da ruh üzerine görüşlerini ortaya koymuşlardır. Empedokles dört ana maddeden hareketle yola çıkmış ve bu yolda ruh ve ruh göçüne ilişkin düşünceler ortaya koymuştur. Demokritos ise ruh görüşünü ortaya koyarken atomlar ile ilişkilendirmiştir.

Doğa filozoflarının içinde yer alan doğa felsefesinde çıkıp insan felsefesine doğru düşünce göçü ettiğimizde karşımıza ilk büyük isim olarak Sokrates’in çıktığını görmekteyiz. Sokrates hiçbirimiz birinci kaynaklardan bilemiyoruz. Öyle ki Sokrates, arkasında yazılı eserler bırakmadı ve öğrenciler ile Yunan kıyılarında ya da büyük bir merdivenin tutamağında bulunan çatlak gibi çatlamış Atina sokaklarında sohbetler ediyordu. Bundan hem öğrencileri hem de kendisi çok zevk alıyordu. Sorgulamayı asla kesmiyordu ve sorgulanmamış bir hayatı yaşamaya değer bulmuyordu. Arkasında yazılı eser bırakmamış olsa da biz Sokrates’i öğrencisi Platon’dan hareketle daha iyi tanıyabiliriz. Platon, Phaidon adlı diyaloğunda Sokrates’i konuşturur, ruh hakkında görüşler ortaya koyan kişi de Sokrates olmuştur. Diyalogda açıkça görülür ki ruh bedene hâkimdir ve bu gerçekleşince mutluluğa ulaşılır. Platon diyalogda ölümden sonrası yaşamı anlamlı bulur ve şöyle yazar: “Ancak ölüm buradan başka bir yere bir tür göç ise ve anlatılan doğruysa ve bütün ölüler orada bir araya geliyorsa bundan daha büyük bir iyi olabilir mi siz hakimler?”[5] Bunu diyen Sokrates en nihayetinde Tanrısallığı çağrıştıran “Daimon” adını verdiği evrensel bir ruha, ruhun bireyselliğine ve ölümden sonra yaşama inanmakta olduğu açıktır.

Platon’da “Ruh” ve “Reenkarnasyon”

Platon’un ruh anlayışını “İdealar Kuramından” hareketle incelemek yerinde bir yaklaşım olacaktır. Öyle ki Platon’un ruh görüşü Devlet adlı eserinde gökyüzünde parlayan bir yıldız kadar parlar. Ruh ile devlet arasında ki benzerlik üzerinde yoğunlaşır. Ruhun parçaları iştiha, tin ya da gönül ve akıldır. Susuzluk örneğini, karşıtlar ilkesine uygun olarak iştiha ve aklı birbirinden ayırmak için kullanan Platon, iştihayı oldukça aşağı bir şey olarak tanımlar.[6]

Platon’a göre, ruhun en yüksek olan ve en yüce parçası akıldır. İşte bu noktada bireyin daha büyük veya bütünsel iyiliğini gözetmesi bakımından iştihayla karşı karşıya getirir. Platon’un başlangıçta ruhun ölçüp biçen, hesap yapan enine boyuna düşünen tartan olarak tanımlanan kısım ruhun iyiliğini gözeten kısımdır. Üçüncü parça ise, akıl ile iştiha arasındaki tindir. Bir başka deyişle gönüldür. Platon onu Devlet adlı eserinin başlangıcında, insandaki öfke duyan parça olarak tanımlar.[7] Buradan da anlaşılacağı üzere tutkular veya duygular kimi zaman öfke tarafından harekete geçirilebilirler. Üç parçalı ruh anlayışını böyle açıklayan Platon, daha sonrasında bu parçalar arasındaki erdemi meydana getiren doğru ilişkileri betimlemeye, erdem anlayışının ayrıntılarını ortaya koymaya geçmektedir. Platon’un erdem anlayışının belirleyiciliği Sokratik döneme kadar dayandırılabilinir.

Platon’un ruh görüşünün ayrımından sonra ruh göçü anlayışına bakmak doğru ve yarar sağlayacaktır. Öyle ki Platon, ruh göçüne veya reenkarnasyona inanır.  Ruhun ölümsüzlüğüne inan Platon, dünyaya gelmeden önce ruhun bir hayatı olduğunu düşünmektedir. Biz bu düşünceye nereden ulaşıyoruz? Elbette ki, Platon’un Phaidros, Timaios eserlerinden hareketle düşünce yolumuza çıkıyoruz. Platon, Timaios eserinde ruhu: “Ruhun nasıl yaratıldığına, ruhun bölünemeyen her zaman aynı kalan ve tözle cisimlerde bulunan olarak”[8] ele alır.

Platon’a göre ruh, yer ile gök arasına ölümsüz bir doğaya sahipken, beden ölüme yas tutan bir varlık olarak yer eder. Ruh baharda bir yaprak ise, beden sonbahardaki dökülen yapraktır… Dolayısıyla Platon’un ruh görüşünden ve diyaloglarından hareketle bildiğimiz tek bir şey vardır ki, o da Platon’un hem ölümden sonrası bedensel bir yaşamı hem de reenkarnasyonu görmekteyiz…

Aristoteles’te “Ruh” ve “Reenkarnasyon”

Platon her ne kadar reenkarnasyona inansa da Aristoteles reenkarnasyona bir o kadar uzaktır. Aristoteles’in ruh görüşünde var oluşun temeli ya da varlığın anlamı madde ve formdan meydana gelmektedir. Ona göre varlık, maddede gerçekleşen formdur. Aristoteles’in Metafizik adlı eserinde felsefesinin temel yapı taşlarını tikeller ya da duyulur ve hissedilir şeyler oluşturmaktadır.

Aristoteles’in metafiziksel düşüncesi ontolojisinin temeli ve parçasıdır. Ruh üzerine görüşlerini Ruh Üzerine eserinde bizlere sunan Aristoteles, burada ruhun konusunu inceler. Çünkü Antik Yunan’da hocası Platon’un ruh üzerine görüşlerini gördü ve hocası ile aynı yolda ilerlerken bir noktada hocasından ayrıldı. Aristoteles’in ruh anlayışı günümüzden bambaşka bir şekilde yer etmiştir. Onun psikolojiden çok fizyolojik olarak ruh görüşü ortaya çıkar.

Aristoteles, Ruh Üzerine eserinde ruhun konusu ile ilgili yöntemsel bir takım zorlukları vurgulamıştır. O, şöyle yazar: “Ruhun bilinmesi, tüm gerçeğin incelenmesine ve özellikle tabiat bilimine önemli bir katkıda bulunur gibidir. Çünkü ruh, sonuçta hayvanların ilkesidir.”[9] Girişi bu cümle ile yapan Aristoteles, kelimeleri bir yıldız gibi ruh üzerine kaydırdıktan sonra ikinci bölümde ruhun tanımı ve üzerinde durur. Son bölümde ise insani ruhun zeka ve bilişsellik gibi eylemlerin de üzerinde durur…
Aristoteles’in düşüncelerinden hareketle anlaşıldığı kadarıyla ruhun madde ile ilişkisi de ön plana çıkmaktadır. Ruh ve bedeni birbirinin tamamlayıcısı olarak görmektedir. Aynı zamanda Aristoteles, ruhu organizmaya canlılık veren ilke olarak ifade etmektedir.

Aristoteles’in reenkarne üzerine düşüncesine gelecek olursak; elbette Aristoteles Ruh Üzerine adlı eserinde kendisinden önceki düşünürlerin ruh üzerine düşüncelerini ele almış tartışmıştır. Aristoteles, Pisagorcu felsefeden, Platoncu felsefeye kadar ruh üzerine tartışmıştır.

Bilindiği üzere Aristoteles’te madde ve form büyük yer tutar. Ona göre, cisimlerin hepsi madde ve formdan meydana gelirler. Aristoteles, madde ve formu birbirleri ile ilişkileri bakımından ele alır. Madde, formu kabul eden şeydir. Dolayısıyla bir şeyin maddesi de onun formudur. Her beden kendine özgü bir biçim ve şekle sahiptir. Aristoteles’in metafiziğinin içinde yer alan ruha baktığımızda açıkça şunu ifade edebiliriz: Maddesel cevher veya töz olan bedenin formu olan ruh insanın insan olarak en temel bir şekilde var olmasını sağlayan ilkedir.

Aristoteles’e göre ruh bedene ait ola bir şeydir. Ruhun duran yapısı ve hareketi Aristoteles’in ruh düşüncesine önemli bir yer almıştır. Ruh ve bedenin birlikteliğinin doğal olarak sonucu biri hareket ettirir diğeri hareket eder. Biri etkiler, diğeri ise etkilenir.[10]  Aristoteles’e göre, bedeni ruhtan başka hareket ettiren bir şey varsa bu aynı zamanda ruhu da hareket ettir. Dolayısıyla ruh ile beden birbirinden bağımsız değildir.

Sonuç olarak baktığımızda Platon’un felsefesinde ruh görüşü ve reenkarnasyon anlayışı açıktır. Berrak bir şelalenin içinde yer eden su gibi açıkça görülür Platon’un reenkarne anlayışı… Antik Yunun diğer büyük ismi olan Aristoteles’te ise reenkarnasyon reddi mevcuttur. En nihayetinde beden ruhtan ayrılmaz. Dolayısıyla buradan hareketle ruh göçü Aristoteles’e göre aykırı kalır. Aristoteles’in ruh-beden ilişkisi madde ve form ilişkisine benzetildiğinde dolayı maddenin yok olmasıyla birlikte ona bağlı bir form olarak yer eden ruhta yok olacağı düşünülmektedir.

Ruh göçüne kimi insanlar inanmakta, kimi insanlar saçma bulmaktadır. Bu konuyu Platon’un penceresinden baktığımda belki de Antik Yunan’dan veya modern düşünürlerden birinin ruhu (kesin olmamakla birlikte) bir başkasında hayat bulmuş olabilir. Fakat bu düşünceyi Aristoteles’in penceresinden ele aldığımızda böyle bir göç söz konusu asla değildir. Ruh beden ile birlikte vardır…
“Reenkarnasyon”, “ruh” ya da “ruh göçü” gibi terimleri basite almamak gerektiğini vurgulamam yerindedir. Aksi halde bu terimler üzerine sorgulamadıkça yaşantımız körelecek ve düşüncelerimiz bir yıldız gibi gökyüzümüzden kayıp gidecektir…





KAYNAKÇA
·         Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü
·         Ahmet Cevizci, İlkçağ Felsefe Tarihi
·         Diogenes Laertios, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri
·         Platon, Devlet
·         Platon, Phaidon
·         Platon, Timaios
·         Aristoteles, Ruh Üzerine
·         Giovanni Scognamillo / Arif Arslan, Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Ruhçuluk ve Reenkarnasyon



[1] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s.737
[2] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s.738
[3] Ahmet Cevizci, İlkçağ Felsefe Tarihi, Asa Yayınları, Bursa, 2012, s.53
[4] Diogenes Laertios, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri (Çev. Candan Şentuna), İstanbul, YPK Yay. 2003, s.36
[5] Platon, Phaidon (Çev. Furkan Akderin), İstanbul, Say Yayınları, 2017
[6] Platon, Devlet, İstanbul, İş Bankası Yayınları, s.437b-439e
[7] Platon, Devlet, İstanbul, İş Bankası Yayınları, s.437b-439e
[8] Platon, Timaios, İstanbul, Say Yayınları, s.1997c
[9] Aristoteles, Ruh Üzerine, İstanbul, Pinhani Yayıncılık, s.2001a: 1
[10] Aristoteles, Ruh Üzerine, İstanbul, Pinhani Yayıncılık, s.2001a:38

21 Mayıs 2020 Perşembe

ZERDÜŞT’ÜN İNSAN TİPLERİ AYRIMI VE BENGİ DÖNÜŞ




Makalemi kaleme alırken Zerdüşt’te yer alan insan tipleri ayrımıyla beraber Nietzsche’de yer eden bengi dönüş kavramı üzerinde duracağım. Nedir bengi dönüş ya da amor fati? Bu soruları derinlemesine cevaplayıp Nietzsche’nin portresini kelimelerle çizeceğim. Öyle ki Zerdüşt bize neler buyurdu? Zerdüşt bizden ne istedi ve ne gibi levhalardan söz etti işte tüm bunları açmak için kalemimi masamda yer alan mürekkebe batırıyor ve bu beyaz sayfaları derin düşüncelerle dolduruyorum…

Zerdüşt’te İnsan Tipleri

Nietzsche’de 3 ayrı insan tipi mevcuttur. Bunlardan ilki sürü insan, bir diğeri özgür insan ve sonuncusu üst insan ya da yaratıcı / trajik insandır. Bu insan tipleri ayrımını güç istenci ya da başka bir deyişle Kısaca sırasıyla Nietzsche’nin bu insan tiplerini açıklayalım.

İlkin baktığımızda sürü insan, toplumda en yaygın olan insan tipidir. Her şeyi kabul eder, zayıftır ve varlığını sürdürmek için başkalarına muhtaçtır. Söz konusu olan bu insan sürü içinde konforlu ve rahattır. Sürü içinde yandaşlar mevcuttur. Sürü insan içinde ya da bir başka deyiş ile kalabalıklar içinde korunmuş oluyorsunuz. Böylece insan kendini güvende hissetmiş oluyor. Nietzsche bu insan tipi için Böyle Söyledi Zerdüşt adlı eserinde şöyle der: “Çalmamalısın! Öldürmemelisin! – Bir zamanlar kutsal sayılırdı böylesi sözler; insanlar diz çöker, boyun eğer ve pabuçlarını çıkarırlardı bu sözlerin önünde…”[1] Nietzsche böyle diyerek eski levhaları kırmamızı ister. Ayrıca sürü insan için de deve metaforunu kullanır.

Bir diğer insan tipi ise özgür insandır. Bu insan tipi, değerler yaratma isteğini hayata geçirebilme cesaretine sahip olan insandır. Özgür insan kendi değerini yaratmazsa bir süre başka sürülere bağlı kalacaktır. Bu sürünün değer yargılarıyla ayrılıp düşüncelerini ortaya koyması ya da yıkıcı “hayır” ile iyi-kötü levhalarını ayırt ediyorsa bu insan özgür insan kısmına geçiyordur. Bu insan tipinde Nietzsche aslan metaforunu kullanır. Nietzsche şöyle der: “Kendine özgürlük yaratmak, ödevini kutlu bir Hayır’la yanıtlamak: İşte kardeşlerim, bunun için gerek var aslana.”[2] Düşüncelerini sürü içinde ortaya koymak için tek başına durabilme gücü ve cesaretine sahip olmak için aslan gibi olmak gerekir. Söz konusu olan sürüde kendi başımıza durup düşüncelerimizi ortaya koyabiliriz. Ancak böyle sürüye uymamış oluruz.

Son insan tipi olan yaratıcı / trajik ya da üst insan için Nietzsche şöyle der: “Tanrı öldü: Şimdi biz istiyoruz ki üst insan yaşasın.”[3] Nietzsche üst insanın yaratıcı insanın yaşatmayı vurgular. İnsan kendine yeni değerler yaratıyorsa, işte o insan üst insandır. İnsanın kendini aşması gerekir. Üst insan bir çocuktur yani çocuk metaforu onu temsil eder. Çünkü çocuk sürekli soru sorarak hayal gücüyle hareket eden bir yaş grubudur. Bilindiği üzere çocuklar sürekli sorguladıkları için her şeyi merak ettikleri için kısmen filozof sayılabilirler. Yetişkinlerde olduğu gibi hınç ya da kin beslemezler. Hemen unuturlar. Çocuk her şeyi hayal gücüyle ve istemiyle yapar. Nietzsche yetişkinlere, çocukken nasıl hareket ediyorsak sürekli soru soran yaratıcı eylemde bulunmak gerektiğinden söz eder.

Nietzsche’de Bengi Dönüş

Nietzsche’nin ‘bengi dönüş’ (amor fati[4]) kavramını Ecce Homo adlı eserinden bağımsız düşünemeyiz. Öyle ki bu eserde bengi dönüşü Nietzsche şöyle tanımlar: “Bengi dönüş öğretisi, yani sınır tanımadan sonsuza dek her şeyin durmadan yok olup yeniden doğması…”[5] Söz konusu olan bu eseriyle Böyle Söyledi Zerdüşt’ün, ana konusunun ya da ana fikrinin bengi dönüş olduğunu ve onun erişilebilecek en yüksek olumlama ilkesi olduğunu ifade eder. Sürü insan yaşamı olumlayamaz ancak üst insan yaşamı olumlayabilir ve kendinden öte bir dünyayı yaratabilir.

Nietzsche’nin: “Dünya dediğiniz şeyi önce siz yaratmalısınız: Bizzat sizin aklınız, sizin imgeniz, sizin isteminiz, sizin sevginizde şekil bulmalı o!” sözünde en yüksek olumlama ile yani sınır tanımadan sonsuza dek oluş ya da değişimle yeniden dünyamızı ve kendimizden öteyi yaratıp yok olmayı vurguluyor.

Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt’te şöyle der: “Bakın, üst insanı öğretiyorum size. Üst insan yeryüzünün anlamdır, isteminiz desin ki: Üst insan yeryüzünün anlamı olsun.”[6] Nietzsche, böylece Tanrı’nın ölümünden sonra üst insanın yeryüzünün anlamı olduğunu bizlere söyler. Bengi dönüş bu bağlamda bir oluş, bir yok oluş olarak üst insan üzerine bağlanır. Nietzsche, “bengi dönüş” öğretisiyle insanın nasıl yok olacağını öğreneceğini gösterir. Ona göre insan aşılması gereken bir şeydir.[7]

Nietzsche insanın ip olduğunu ifade eder: “İnsan bir iptir, hayvan ile üstinsan arasında gerilmiş- bir ip ki uzanır bir uçurumun üzerinde.” Söz konusu olan bu ip benzetmesi insanın kendini aşıp öteye geçmesini uyandırmayı amaçlar. Basitçe bir ip gibi düşünmemeliyiz. Bu noktada üst insan ile hayvan arasında yer alan gergin bir ip olarak yer etmektedir.

İnsan mutlaka kendini sevmeyi öğrenmeli Nietzsche için. En nihayetinde insanın kendini sevmesi ebedi dönüşü yazgısı olarak değerlendirmektir. İnsanın kendini sevmesi yazgısını sevmesidir.

Son olarak bengi dönüşte hayattaki her şey doğum, ölüm, keder, üreme, mutluluk yani olup biten şeyler farklı figürler, farklı karakterler üzerinden karşımıza çıkıyor. Zerdüşt, Herakleitos’un yanında olacaktır. Düşünce yolunun çoğunu onunla yürüyecektir. Bengi dönüş içerisinde hayat boyu aynı şekilde yaşanılacaksa bu hayata üst insanın değer vermesi ve dünyasında kendini aşıp öteye geçmesi gerekecektir. Asla bunun aksini Zerdüşt bizlere buyurmayacak ya da söylemeyecektir.



KAYNAKÇA

·         F. Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt
·         F. Nietzsche, Ecce Homo
·         Cogito Dergisi, Nietzsche: Bir  Kayıp Dünya, Sayı 25
 


[1] F. Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, (Çev. Mustafa Tüzel), İstanbul: TR İş Bankası Yayınları, 2019, s.203
[2] F. Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, (Çev. Mustafa Tüzel), İstanbul: TR İş Bankası Yayınları, 2019, s.20
[3] F. Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, (Çev. Mustafa Tüzel), İstanbul: TR İş Bankası Yayınları, 2019, s.290
[4] Yazgını sev!
[5] F. Nietzsche, Ecce Homo, (Çev. Can Alkor), İstanbul: İthaki Yayınları, 2003, s.62
[6] F. Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, (Çev. Mustafa Tüzel), İstanbul: TR İş Bankası Yayınları, 2019, s.6
[7] F. Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, (Çev. Mustafa Tüzel), İstanbul: TR İş Bankası Yayınları, 2019, s.199

3 Mayıs 2020 Pazar

HEGEL’DE DİYALEKTİK DÜŞÜNME ÜZERİNE




“Diyalektik, nesnenin içkin biçimde düşünülmesidir.”[1]

Biz yeryüzünde var olan ve düşünen varlıklar olarak birçok kavramı ya da kimi zaman mecaz kimi zamansa gerçek anlamıyla kullanmaktayız. Günlük dilimizde kavramları oldukça basite indirgiyoruz ve diyalektik düşünceden kaçıyoruz. Diyalektik düşünce bir okyanus ise bu okyanusta karaya yüzemiyoruz.

Bazı kavramlara kendimiz anlamlar yüklemek yerine o kavramları olduğu gibi kullanıyoruz. Yeryüzü altındaki gökyüzünde kayboluyoruz. Makalemi kaleme almamdaki amacım diyalektik düşünmenin tarihteki yerini göstermek ve Hegel’de diyalektik düşünme ile birlikte bazı çağlardan hareketle diyalektiği ele alacağım. Şimdi diyalektik içindeki uzun yolculuğumuza kısaca başlayalım.

Diyalektiğin Doğuşu

Uzun yıllar önce diyalektik yaklaşımı Antik Yunan felsefesinde ya da başka bir deyişle Antik Yunan kıyılarında karşımıza çıkmaktaydı. Yunan kıyılarının açıklı koyulu maviliği bizlere diyalektik düşünceyi büyük düşünürler üzerinden göstermekteydi.

Diyalektik kavramı söz söylemek fiilinden gelen bir kavramdır. Antik Yunan felsefesine baktığımızda sadece Platon’da değil aynı zamanda Herakleitos’da ve hatta mitlerde Heseidos’ta bile görülür. Antik Yunan düşüncesi diyalektik kavramı üzerine kuruludur. Thales’de bir diyalektikçidir. “Bir’in kaynağı nedir?” diye sorduğunda “çokluğun birliği nedir?” diye düşünmektedir. Herakleitos’da her şeyin hareket olduğunu, bir nehirde iki defa yıkanılamayacağını, söylerken yine diyalektik yaklaşımla felsefe yolunda gitmektedir. Hegel, Felsefe Tarihi Dersleri adlı eserinde Herakleitos üzerine şöyle söyler: “Varlık ile var olmayanın doğruluğu bulunmayan soyutlamalar olduklarını ve ilk doğrunun yalnızca ve yalnızca –oluş- olduğunu görüp söylemiş olmak büyük önem taşır. Anlık bunların her birini doğru ve kendi kendinde geçerli olarak soyutlamaktadır. Buna karşılık akıl bilir ki birinin içinde onun kendi ‘başka’sı da içerilmiş bulunmaktadır ve böylece de bütünün, saltığın –oluş- olarak belirlenmesi gerekmektedir. Örneğin Aristoteles, Herakleitos’un bütünü ve bütün olmayanı (parçayı), birlikte gideni ve karşıtlaşanı, uzlaşanı ve çelişeni birbirine bağlayıp sardığını ve bütünü Bir ve Bir’i her şey haline getirdiğini söyler…”[2] Dolayısıyla buradan hareketle baktığımızda diyalektiği Hegel, Antik Yunan felsefesinde yakalamıştır.

Antik Yunan felsefesi diyalektikle beraber yan yana duran felsefedir. Hatta Antik Yunan felsefesi karalık bir gecede Ay ise diyalektik hemen yanında yıldızdır. Söz konusu olan diyalektik kavramı felsefeyi mümkün kılmıştır. Diyalektik kavramını felsefenin dışında tutmamak gerekir.

Hegel’de Diyalektik Düşünme

Hegel’e göre, bir diyaloğun ruhu diyalektiktir.[3] “Diya-” karşıt olan anlamına gelmektir. ‘Diyalog’ derken iki karşıt mantığın, iki karşıtın birbiri ile konuşmasıdır. Söz konusu olan karşıtlık düşmanlık anlamına gelmez. Birbirleri ile karşılıklı akıl yürütmeleri anlamına açık ve net bir şekilde gelmektedir.  Hegel, Antik Çağ’da evrensel diyalektiği Modern Çağ’da yeniden yaratır. Hegel’in diyalektiği bilinçli olarak kullandığı, bir çözümleme olarak kullandığı ilk metni 1800 yıllarında kaleme aldığı ve “Sistem Fragmanı” adlı metindir.

Hegel, “Birey kavramı nedir ve neyi kapsıyor?” diye sorar burada. Bireysellik kavramı ona göre, sonsuz çokluğun karşıtını kapsar ve bağıntısını kapsar.[4] Bir birey düşünelim ve birey kendini birey olarak kavradığı zaman karşıtında sayısız birey bulur. Yani sonsuz çokluktur. Aynı zamanda bu karşıtı olanlarda kendisi ile bağıntısı vardır. Karşıtlık ve bağıntılık beraber düşünülüyor. Karşıtları beraber düşünmenin felsefi olduğunu düşünüyor Hegel.

“Bir insan, bireysel bir yaşamdır. Eğer o var olan tüm elementlerden başkası ise...” Yani var olan diğer unsurlardan farklı ise insan bireysel bir yaşam olarak yer eder. Bireysel bir yaşam aslında sınırlı bir yaşamdır. Dolayısıyla her birey sınırda yaşamdırlar. Sınırlı yaşayanlar olarak sonsuzdurlar. Hegel bu noktada sınırlı olan ile sınırsız olanın karşıtlığını ortaya koyar.  Yani, insan bireysel yaşamdır ama onu karşısında bireysel yaşamların sonsuzluğu vardır. Bireysel bir yaşam, sonlu bireysel yaşamdan meydana gelmiştir. Bizdeki yaşam sonlu yaşamdır. İnsan bireyinin bireysel yaşam tikel olmakta dolayı, insanlığa ait olmamızdan dolayı aynı zamanda bireysel insan olarak sınırlı yaşamımız bireysel sonsuz yaşam anlamına gelir. Hegel böylece karşıt olanlarla çalışır.

Hegel’in aynı metinden devam edersek: “Bir yaşamı parçalanmamış düşününce canlı olanı yaşamın kendisinin kendisini ortaya koyuşu olarak görebilmemiz mümkündür. Onun çokluğu aynı zamanda bölünmemiş parçalanmamış yaşamı sonsuzluk olarak kavramamız gerekiyor.” Öyle ki Hegel’e göre: “Bireysel bir yaşamı aldığımızda onun karşısına çokluğu koyduğumuz zaman her bir bireyin kendisinden hareketle nasıl kavramamız gerekir?” diye sorar. Bireyler arasındaki ilişkiyi biz sonsuz ilişki olarak kavrayacağız. Varlıkta var olan her şey dolaylıdır. Hegel’e göre sonsuz karşıtlıklar sonsuz ilişkilerdir, dolayımlardır. Sonsuz çokluğun, örgütlülüğün ve bireyin birlik olarak alınması gerekir. Yani bütünü örgütlü ayrı olan ve örgütlü birlik olan olarak almamız gerekir. Doğa, örgütlü ayrı olanların ve örgütlü birlik olanların bütünüdür.

Hegel’e göre diyalektik, ontolojik olarak temellendirilmiştir. Bilindiği üzere varlık varsa hiçlikte vardır. Var olan bir şey hiç’ten ayrı düşünülemez. Martin Heidegger, Metafizik Nedir? adlı eserinde şöyle der: “Varlık varsa hiçlik zorunlu olarak vardır ve var olan hiçme’yi de barındırır.”[5]  Hegel, diyalektik ile toplum üzerine felsefe yaptığını vurgular. Bireyin toplum içindeki ilişkisine bakınca diyalektik kavramı temel alarak toplum üzerine kafasını yorar. Diyalektik kavramı ile doğa üzerine, toplum üzerine ve akıl üzerine kuram yürütüldüğünü ifade eder.

“Doğa yaşamın bir ortaya konuşudur. Çünkü yaşama refleksiyon yani dolayım dolayısıyla ilişki yani bağıntı ve ayrılık olanı, kendi başına durabileni ve genel olabileni ortaya çıkartır.” der Hegel. Bu şekilde ontolojik kuruluş doğayı yaratmıştır. O halde doğa ayrı olanın birliği, sınırlı olanın sınırsızlığı ve tekilin genelidir. Sınırlı olan hangi bakımdan sınırsızdır, ayrı olan hangi bakımdan birleşiktir diye sormamız gerekir. Yaşam o zaman nedir? Canlı olanların sonsuzluğu olarak yaşam, bir sonsuz olan sonlu olandır ve sonlu olan ile sonsuz olanın bu birliğidir.

Hegel, sonlu ve sonsuz hakkında Mantık Bilimi eserinde şöyle yazmıştır: “Şeylerin sonlu olduklarını söylediğimiz zaman bununla, onların yalnız bir belirlenime sahip olduklarını, yalnız sınırlı olduklarım değil, -çünkü bu bakımdan onlar sınırlarının dışında belirlenmiş bir varlığa gene sahiptirler- ama aynı zamanda ve daha çok yokluğun, hiçliğin onların yapısını, varlığını oluşturduğunu söylemek istiyoruz… Sonlu yalnız genelde herhangi bir şeymiş gibi değişmekle kalmaz, üstelik kaybolur. Onun kaybolması yalnızca olanaklı değildir; sonlu şeyin varlığı, kendi içsel varlığı olarak kaybolmanın tohumunu taşımak demektir. Onun doğum saati aynı zamanda ölüm saatidir.”[6] Böylece aslında Hegel, sonsuza varlık yüklenmekte ve sonlu ise sonsuzun olumsuzu olarak onun karşısında tutulması gerektiğini ifade eder.

Hegel’in diyalektik felsefesinde sonlu-sonsuz olan arasındaki diyalektikten sonra varlığın ve var olmayanın arasındaki diyalektiğe bakmak yerinde olacaktır. Konumuz her ne kadar bir okyanus derinliği kadar derin olsa da düşünce kulaçları atarak karaya ulaşmamız mümkün olacaktır.

Varlık başka belirlenimi olmayan varlıktır. Ben, farksız belirsizlikten farka geçiştir. O halde Hegel’e göre “ben” , belirliliğe geçiştir. Biz dünyaya gelince farksız belirsizlikten oluşuyoruz. Belirlenmemiş varlık kendisiyle özdeştir. Bizde hiçbir belirlenim yoktur. İnsandan başka bir şey değiliz. Ben öğretmenim, ben şairim dediğim zaman. Ben kendimi farksız belirsizlikten kendimi çıkarmış oluyorum. Kendime belirlilik kazandırıyorum. Belirlenmemiş varlık kendisiyle özdeştir. Gökyüzünde yıldızlar nasıl göze görünüyorsa Hegel felsefesinde de tüm parlaklığıyla varlık hiçlik olarak görünmektedir. Ayrıca varlık hiçlikten ne az ne de çok bir şeydir…


Varlıkla hiçliğin birliğini “oluş” olarak tanımlar. Bu tanım, Mantık Bilimi’nde görülür. Salt varlıkla salt hiçlik aynı şeye tekabül eder. Doğruluk ya da hakikat olan, ne varlıktır ne de hiçliktir. Varlığın hiçliğe, hiçliğin varlığa geçip onda erimesi demektir.

Hayatın Diyalektiği

Hayatın içine baktığımızda birçok zıtlıklar görmüyor muyuz? Yeri geliyor siyah, karanlık gecelerimize beyaz bir gün ışığı arıyoruz. Aklımıza birkaç dize düşüyor ve siyah renge boyanmış umutlarla beyaz sayfalara geçiyoruz. Diyalektik söz konusu olduğunda ya da diyalektik düşünmeye baktığımızda Hegel’in de bildiği Adam Smith’in Ahlaki Duygular Kuramı eserine işaret etmek istiyorum.

Adam Smith için insan, kendisini diğeri ile paylaşmak, kendisini diğerinde inşa etmek ister. Diğerinin kendisi de bizi inşa etmesine izin verirse mutlu oluruz. Bunu şöyle hayal edebiliriz: Rengi meşe gövdesine benzeyen, sağ ayağı hafif sallanan ve üzerinde yaralarımız kadar derin çizikler taşıyan bir masanın başındayız. Önümüzde siyah-beyaz satranç tahtası duruyor. Ben kendi benliğim dışında diğer beni karşımda rakibim olarak inşa ederim. Stefan Zweig bu durumu Satranç adlı eserinde şu şekilde ifade ediyor: “İki Ben’imden her biri, yani Siyah Ben ve Beyaz Ben birbirleriyle rekabet etmek zorundaydılar ve her biri kendi adına galip gelmek, kazanmak için kendini bir tutkuya, sabırsızlığa kaptırıyordu…”[7] O Ben’in yaptığı hamlelere ya da ataklara sahip olmak isterim ve böylece diğer beni mat edersem ruhen ve zihnen mutlu olurum. 

Adam Smith’in ustalıkla kurduğu diyalektik düşüncesiyle ‘Ahlaki Duygular Kuramı’ adlı eserinde şu üçlü kurgu ortaya çıkar: Diğer ben, Üçüncü ben / vicdan / insanlık ve Ben.
Diğerinin dolayımı ile düşünme ve kendimizi diyalektik şekilde inşa etmek bu şekildedir. Satrancın içindeki zıtlıklar, diyalektikler ve ince düşünceler Ben’i ortaya koyarken diğer Ben’i de canlı tutar.
Hayatımıza baktığımızda bir yanımız “Ben’imiz” ile savaşırken, diğer yanımız “diğer Ben’imiz” ile barış halindedir. Diyalektik düşünme ya da dolayımlı düşünme hayata işlenmiştir. Her canlı doğar ve ölür. Bir çiçek toprağa ekilir yeri gelir gözyaşlarımızla sulanır. Ve gün gelir o çiçek sonbaharda yaprak döker. Çoğu insanın hayatımızdan yaprak şeklinde döküldüğü gibi… Hayatımızın içinde daha doğru bir deyişle hayatın diyalektiğinde acı da yer almaktadır. Acı içinde hazzı da barındırır. Haz duygumuz haz aldığımız şey üzerinde fazla ise o fazla haz duygusu yerini acıya bırakabilir…

Sonuç olarak baktığımızda diyalektik düşünme ilkin Antik Yunan felsefesinde yer ediyordu. Hegel’den hareketle Hegel’in diyalektiğine, sonu olan ve sonsuz olana bunun da yanında varlık ile hiçliğin arasındaki dolayıma bakmış bulunduk.

Hegel’in gözünden, Herakleitos’un fragmanlarında yer alan diyalektik düşünme kaçmamıştır. Hegel sonlu olanı sonsuz olanı, doğanın ne olduğunu ve bireyi diyalektik düşünerek felsefe yapmıştır. En doğru felsefenin de bu yoldan geçtiğini vurgulamıştır.

Hayatımızın diyalektiğine gelince, bizler hayatın içinde gülmekten ağladığımız zamanlar da olmuştur. Var olan olarak bizler hiç olmaktan korkuyoruz. Bunun sebebi ise var olanlar olarak varlığın hiçlik olduğunu bilmiyoruz ve dolayısıyla diyalektik düşünemeyip koca okyanus içinde boğuluyoruz. Belki de hayatta yer ile gök arasında kendini kaybedip yok sanacaksın. Bu noktada usta şair Sezai Karakoç’un dediği gibi: “Seni yok sayacaklar / Sen daha çok var olacaksın...”




KAYNAKÇA

·         Stefan Zweig, Satranç
·         Martin Heidegger, Metafizik Nedir?
·         G.W. F. Hegel, Mantık Bilimi, (Hegel Eserlerinden Seçmeler/Çev. Nejat Bozkurt)
·         G. W. F. Hegel, Sistem Fragmanı, (Çev. Doğan Göçmen)
·         G.W. F. Hegel, Felsefe Tarihi Seçmeleri, (Hegel Eserlerinden Seçmeler/Çev. Nejat Bozkurt)







[1] G.W. F. Hegel, Felsefe Tarihi Seçmeleri, (Hegel Eserlerinden Seçmeler/Çev. Nejat Bozkurt, Ankara, 2014, s.267)
[2] G.W. F. Hegel, Felsefe Tarihi Seçmeleri, (Hegel Eserlerinden Seçmeler/Çev. Nejat Bozkurt, Ankara, 2014, s.268)
[3] G. W. F. Hegel, Sistem Fragmanı, (Çev. Doğan Göçmen)
[4] G. W. F. Hegel, Sistem Fragmanı, (Çev. Doğan Göçmen)
[5] Martin Heidegger, Metafizik Nedir?, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, İstanbul, 2018
[6] G.W. F. Hegel, Mantık Bilimi, (Hegel Eserlerinden Seçmeler/Çev. Nejat Bozkurt, Ankara, 2014, s.139)
[7] Stefan Zweig, Satranç, (Çev. Ahmet Cemal), İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2019, s. 56

WITTGENSTEIN FELSEFESİNDE DİL VE DÜNYA İLİŞKİSİ

  "Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler." Wittgenstein Ludwig Wittgenstein’ın, dil felsefesi bağlamındaki görüşlerine biz...