29 Nisan 2020 Çarşamba

BİR ADAMIN VAZGEÇMEYİŞ MEKTUBU





Adam kadını sever
Adam kadınla aynı yolda yürür mutlu olur
Kadının gözlerinde Ege’nin zeytinleri vardır
Adamın yüreği Akdeniz kadar sıcaktır
Adam kadına sarılır dünya durur
Adam sever kadın uzaklaşır
Adamın adımları aşka atılırken
Kadının adımları vazgeçmek üzerinedir.
Adam bir mektup yazar kadına
Adam gözyaşlarıyla ıslatır zarfı
Adamın ellerinden mektup düşer
Adam kadını çok sever
Kadın adamdan vazgeçer…


“Vazgeçen sevgilim,

Unut diyorsun, unutmak acı bir eylem bilmez misin? Ben kendimi unuturum, kaç yaşında olduğumu unuturum da seni unutmam. Bir türkü gibi dilimde tütersin. Elbette vazgeçmeli insan birçok şeyden… Kimi zaman denizden veya gökyüzünden… Şimdi gök, senin yüzünken ben vazgeçebilir miyim senden? Unutur muyum hiç seni? O kısa saçlarının rüzgara boyun eğişini…

Vazgeçen sevgilim,

Unut diyorsun bana, beni… İnsanın ezberinde olan bir şiir unutulur mu? Gözlerindeki dizelerden vazgeçer mi gözlerim? Vazgeçer mi gülüşündeki çiçeklerden? Ay ışığından vazgeçerim de bir senden vazgeçmem. Varsın olsun sen vazgeç sevdamdan, beni sevdanla baş başa bırak…

Vazgeçen sevgilim,

Kırık mektuplardan parçalarımı topluyorum. Nedir unutmaya meyil ettiğin bunca nefret? İçimdesin sana batan kırıklar olduysa beni affet… Kırık bir mektup, yarım ve yaralı dizeler içinde bir ben… Baş belası bir salgın başımızda ölüm ile nöbet tutuyor. Seni sokak sokak gezmek istiyor kalbim fakat bu ülkemde yasak. Şimdi senin sokağında renkli merdivenler yanında açmıştır çiçekler, onlara aşkla bak…

Vazgeçen sevgilim,

Aşkla bak açan çiçeklere ve onlara bakmaktan vazgeçme. Benim senden vazgeçmeyişim gibi gülüşün hala bende. Bana sarılışın… Unut, vazgeç diyorsun bana. Nasıl aklımdaysa iki kere ikinin dört ettiği, nasıl aklımdaysa felsefenin Thales ile başladığı işte öyle aklımdasın. Ben kendimi unuturum seni unutmam. Sakladım kalbimin en derinine saklımdasın. Ve sen ezberimdeki şiir, mısralarımdasın…”


Adam bıraktı kalemi
Sildi gözlerinden akan yaşları
Masanın üzerindeki ilaçları attı ağzına
Geceye uyak düştü vazgeçen sevgilinin saçlarını
Adam uzandı yatağına gözlerini kapadı
Adam derin uykuda sabaha uyanamadı…

16 Nisan 2020 Perşembe

KIRILAN HAYALLER VE KARAMSAR HAYATLAR ÜZERİNE





“…Genel olarak hayat bir şaşırtmaca, hayal kırıklığıdır...”[1]

Her ne kadar pozitif düşünmeye çalışsak da ya da olumlu baksak da günümüzde yer alan büyük bir hayal kırıklıkları ve karamsar hayatlar mevcuttur. Birçok kimse hayal kırıklığından dolayı yaşamak yerine ölümü tercih etmektedir. Bildiğimiz üzere ölümü tercih etmek intihardan başka bir şey değildir. Söz konusu kaleme aldığım bu makalede kırılan hayaller ile birlikte kırılan kalplere ve karamsar hayatlara değineceğim. Şimdi yerde bulunan hayal kırıklıklarına basmadan adımlar atmaya başlayalım…

Kırılan Hayaller ve Kanatan Parçalar

Hayalimizde yaşadığımız olur çoğu zaman. Küçükken kurulan hayaller bile üzerimizde birçok iz taşır. Hayaller gerçekleştiği takdirde insanın kendine güveni artar ve hayallerinin peşinde sürekli koşmak ister. Koşarken önüne çıkan engellere takılır ve düşer. Yara alır, kanatır ve kanadığıyla kalır…

Hayatın kendisinin ölüm olduğunu unutmamak gerekir. Yaşam varsa ölüm kaçınılmazdır. Ayrıca Schopenhauer’a göre hayat, ıstırap ve sefaletten oluşur.[2] Istırap, hayatımızın ilk konusu olmalıdır ki varoluşumuz değer kazansın. Sefalet için baktığımızda insan, günümüzde bile sefil bir halde yer etmektedir. Hugo’nun Sefiller’ine işaret ederekten Jean Valjean’ın elinden tutmak gerekir. Öyle ki bu eserde insanın karanlık ve sefalet içindeki durumu Jean Valjean karakteri üzerinde olduğu gibi betimlenir.

Arthur Schopenhauer, Hayatın Anlamı adlı eserinde hayatın en büyük üç saadetini şöyle sıralar: Sağlık, gençlik ve özgürlük.[3] Hayatın bu üç büyük saadetini birçok kimse fark etmez. Ne zaman ki insanlar bu saadetlerini kaybederlerse işte o zaman çoğu şeyin farkına varıp değerini anlarlar.

Schopenhauer’un felsefesi, ölümünden sonra etkili olmuştur. Döneminin hayal kırıklıkları Schoupenhauer’un karamsar dünya görüşünü anlamaya elverişli bir ortam yaratmış, bundan sonra felsefesine karşı gittikçe artan bir ilgi uyanmıştır. Öyle ki ölümünden sonraki yıllarda Schopenhauerculuk belli çevrelerde, özellikle edebiyatçı çevrede etkili olmuştur.

Oğuz Atay, Tutunamayanlar adlı eserinde şöyle der: “İnanarak dinlememizi güçleştiriyorlar. İnsan her sözü kuşkuyla karşılıyor artık. Gerçekle düş birbirine karışıyor; yalanın nerede bittiğini anlayamıyoruz. Tutunacak bir dalımız kalmıyor. Tutunamıyoruz.”[4] Burada anlamsız bir dünyada insanın bir yıldız gibi kaydığını görüyoruz. İnsan tutundu mu, tutunduğuna güvenir. Kimi zenginliğine, kimi yalnızlığına, kimi sevgiye tutunur. Önemli olan bu anlamsız dünyada neye tutunduğumuzdur…

“İnsanın koca evrende payına düşen şey nedir?” diye sorulduğunda Schopenhauer şöyle cevap verecektir: “Şurası kesin ki bu dünyada neredeyse bütün insanların hayatları boyunca paylarına düşen; iş-güç, tasa-kaygı, zahmet-meşakkat ve sıkıntıdır.”[5]

Karamsar Hayatlar ve Karanlıklar

Aydınlanma döneminde ya da akıl çağında merkezde olan -insan-dır. Aydınlanma, karanlığı aydınlatacaktır. Aydınlanma varsa karanlık da vardır. Karanlık insanın içinde bulunduğu durumdur. Burada söz konusu aydınlatılacak şey insandan başka bir şey değildir.

Schopenhauer, felsefesine Hegel’in tam karşıtı olarak girer. Ona göre dünya anlamlı bir dünya değildir; bundan dolayı felsefeye düşen iş de, anlam yorumları olmayıp bu anlamsız dünya içinde insanlığa bir şekilde yolunu buldurmaktır. İçinde anlam bulunmayan dünya, bütünüyle kötüdür ve var olmamak yeğdir. Yani tıpkı filizlenmiş bir çiçek gibi Schopenhauer’da karamsar dünya görüşünün var olduğu gözler önünde belirir.

Schopenhauer için dünya bir cehennemdir. Hatta, “Dünya bir cehennemden farksızdır ve onun içinde bir taraftan insanlar, diğer taraftan iblisler azap ve işkence gören ruhlardır.”[6] der. Bu noktada Schopenhauer’a hak vermek yerinde olacaktır. Günümüz dünyası mavi ve yeşil bir gezegen olmaktan çıkıp kan kırmızı renge dönüşmüş durumdadır. Günümüze bakınca cehennemden farksız olan dünyada; kadın ve çocuk istismarı ile kadına ve çocuğa şiddette kan dökülmekte ve hayvanlara zulüm edilmektedir. İşte bundan dolaydır ki böylesine kötü bir dünyada var olmamak yeridir…

İçinde bulunduğumuz bu kötü dünya aslında günahlar dünyasıdır. Schopenhauer bunun tamamen farkındadır: “Hiçbir şey şu genel hakikatten daha kesin değildir ki dünyanın her yerindeki büyük ıstırabı ve sefaleti doğuran şey dünyanın büyük günahıdır.”[7] Söz konusu olan günahlar dünyası Ortaçağ’a kadar dayanır ve Âdem ile Havva’ya işaret eder. Schopenhauer’a göre, bu günah sefalet ve acının kanıtı olmuş durumdadır.  

Tüm bunlara ek olarak karamsar hayatta karanlıklar içinde kalmıştır insan… Koyuya çalan maviyi arar gözleri, çekmek ister nefesiyle gökyüzünü içeri ve maviye boyamak ister umutlarıyla içini… Fakat gelin görün ki günümüzde gökyüzü griye çalıyor, şimşekler çakıyor. İnsanın içini umutsuzluk ve can sıkıntısı kaplıyor.

Karamsar hayatımıza anlam yüklemek büyük anlamsızlık olur. Karamsar hayata tutunmaya çalışan kimseler için intihar doğar. Çoğu dinde intihara kalkışmak yasaktır ve hoş görülmez. İntihara kalkışan birine “Neden intihar ediyorsun?” diye sorulduğunda –muhtemelen- “Ben öyle istiyorum, bu kendi kararım.” cevabı alınabilir.

Schopenhauer için ceza kanunu intiharı yasaklasa bile bu kilise ya da din açısından geçerli bir argüman olmaz. Ayrıca bu tamamen gülünç olur. Schopenhauer, “Zira ölümü seçen birini hangi ceza yıldırabilir ki? İntihar etmeye çalıştığı için bir kimse cezalandırılırsa, cezalandırılan şey onun beceriksizliğinden kaynaklanan başarısızlıktır.”[8] der.

Sonuç olarak Schopenhauer’a göre, içimizde ve çevremizde oluşan yaşama istencini kesin olarak reddetmek gerekir. Kırılan hayallerin ve karamsar hayatın içinde acıdan başka bir şey yoktur. Hayatın kendisi veya Schopenhauer’un deyimi ile -istenç- ardı arkası kesilmeyen acıdan ibarettir. Öyle ki isteğin olması acıyı beraberinde getirmektedir.

Bir istek hiçbir zaman tam ve sürekli olarak doyurulamaz; şöyle biraz doyurulunca hemen bir yenisi ortada beliriverir ve bu böyle sonsuzluğa gider… Acının ne sonu ne de sınırı vardır. Hayat, sefalet ile can sıkıntısı arasında mekik dokur. İsteklerin yerine getirilmemiş olması sefaleti doğurur, yerine getirilir olması da bunalıma düşürür. Yeri geliyor ne acılar çekiyor yüreğimiz… Tatlı dille acı sözler söylüyoruz. İstek oldukça acıya sahip olacağız, bunu görmüyoruz ya da göz ardı ediyoruz.

Bu sefalet dolu hayat içinde yeri geliyor Sartre’ın Bulantı’sına bulanıyoruz. Belki de Oğuz Atay gibi tutunamıyoruz…








KAYNAKÇA
·         Arthur Schopenhauer, Hayatın Anlamı
·         Arthur Schopenhauer, Parerga und Paralipomena
·         Oğuz Atay, Tutunamayanlar






[1] Arthur Schopenhauer, Hayatın Anlamı, Say Yayınları (Çev: Ahmet Aydoğan), 2019, s.28
[2] Arthur Schopenhauer, Parerga und Paralipomena
[3] Arthur Schopenhauer, Hayatın Anlamı, Say Yayınları (Çev: Ahmet Aydoğan), 2019, s.14
[4] Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s.254
[5] Arthur Schopenhauer, Hayatın Anlamı, Say Yayınları (Çev: Ahmet Aydoğan), 2019, s.17
6 Arthur Schopenhauer, Hayatın Anlamı, Say Yayınları (Çev: Ahmet Aydoğan), 2019, s.29
7 Arthur Schopenhauer, Hayatın Anlamı, Say Yayınları (Çev: Ahmet Aydoğan), 2019, s.32         
[8] Arthur Schopenhauer, Hayatın Anlamı, Say Yayınları (Çev: Ahmet Aydoğan), 2019, s.7

6 Nisan 2020 Pazartesi

YOK OLAN DÜNYA VE SESSİZ SAVAŞ ÜZERİNE






İçinde bulunduğumuz dünya son zamanlarda yok olmaya ve kendini kaybetmeye yüz tutmuş durumdadır. İçinde milyonlarca insanın yaşadığı dünya yorulmaya mı başladı da kendini kaybetmeye yüz tuttu? Kimi insanların omuzlarına dahi baktığımızda büyük bir çöküş, suratlarında ise yılların yorgunluğu da yer almıyor muydu?


Sessiz bir savaş içinde uyandık dünyaya… Kendini kaybetmek üzere olan ve kocaman var olan içinde yok olan… Söz konusu ele aldığım bu makaleyi günümüzde dinamikliğini taşıyan bir konu üzerinden işleyeceğim. Makalemi kaleme almamdaki amacım ise var olan bir birey olarak düşünce içine girmek, sessiz savaşın ne olduğunu açıklamak ve sağlığın hayatımızdaki yerini göstermeye çalışmak olacaktır. Dilerseniz kocaman bir evren içinde küçük bir parça olarak bütün bir şekilde sayfaları canlılığını sürdüren konularla doldurmaya başlayalım…

Hastalıkta ve Sağlıkta

Üzerine düşündüğüm ve oldukça çok duyduğum ikileme gibi yer eden fakat ikilemeden uzak olan bu iki ayrı kavram, yani ‘hastalık’ ve ‘sağlık’ kavramı bir diyalektiği içinde barındırmaktadır. Bu diyalektik düşünme Antikçağ felsefesinden bu yana süregelmektedir. Yine bu diyalektik sistem ya da başka bir deyiş ile diyalektik yaklaşım, 20. yüzyılda da kendini Heidegger’in ontolojisi üzerinden göstermektedir. Bu noktada Heidegger’in Metafizik Nedir? eserine işaret etmek mümkündür.

‘Varlık’ varsa ‘hiçlik’ de vardır. Biri diğerini tamamlar niteliktedir. Birinden söz ederken diğerini düşünmemek elde değildir. Çünkü ‘varlık’ kendini bizlere ‘hiçlik’ ya da ‘hiçme’[1] olarak kaçınılmaz bir şekilde gösterir.

Böyle diyalektik düşünülecek olursa ‘hastalık’ kavramı, ‘sağlık’ kavramını da beraberinde getirir. Fakat gelin görün ki günümüzde bir hastalık olduğunda sağlıklı kimseler Karadeniz’e bakan dağlar gibi ya da Akdeniz’e uzanan Toroslar gibi oldukları yere uzanıp arkalarını dönerler… “Hastalıkta ve sağlıkta” diyenlerin pek azı birbirini tamamlar niteliktedir. Burada önemli olan “Sağlık nedir?” sorusuna değinmektir.

İnsanlık, tarih boyunca kıtlık, salgın ve savaşlarla mücadele etti.[2] Harari, insanlığın kısa bir tarihini Sapiens ve Homo Deus adlı eserlerinde bizlere anlatmıştı. Homo sapiens,  en başından bugüne dek sağlıklı bir yaşam ve varoluş mücadelesi içindeydi.

Söz konusu olan ‘sağlık’ kavramı, vücudun hasta olmaması durumu, vücut esenliği ya da esenlik[3] gibi anlamlara gelmektedir. Hatta çoğu zaman devlet ve devletin kurucusunun sağlıklı ve bütünlüklü birey olması vurgulanır. Bütünlüklü birey ile kastedilen şey ise vücudunda bir engel ya da olumsuzluk görülmemesidir.

Herkesin bildiği üzere şu an içinde bulunduğumuz bir salgın durumu hayatımıza yer etmiş durumdadır. Yok olmaya ve kendini kaybetmeye yüz tutmuş dünyanın hemen hemen her ülkesi bu salgın ile yüz yüze gelmiştir. Bu salgın elbette ki -korona (covid-19) salgınıdır. Bu salgın dünyamızda bir virüs olarak yer etti. Peki, ‘virüs’ kavramı tam olarak ne anlama gelmekteydi?

Virüs dediğimiz kavram iki farklı anlamıyla karşımıza çıkmaktadır. Birinci anlamı bulaşıcı hastalıklara neden olan mikroptur. İkinci anlamı ise bilgisayar programını bozan etken olarak yer almaktadır.[4] Elbette bu çalışmayı birinci anlamı, yani bulaşıcı hastalıklara neden olan mikrop tanımı üzerinden tamamlayacağız.

Dünya, kar beyazı ve gece koyusunu üzerinde barındıran bir kaplanın güçlü pençesiyle savaşıyormuş gibi bu salgınla savaşmaktadır. Açık ve nettir ki dünyada çoğu ülke bu hastalıktan muzdariptir. Fakat elde ve avuçta sağlık yer etmemektedir. “Hastalıkta ve sağlıkta” diyen insanlar, salgına kapılmış ülkelere dağ ya da bir duvar gibi sırtlarını dönmektedir.

Günümüz dünyasında hep beraber ‘bir’ olmak varken herkes birbirini suçlayıp hasta günlerinde birbirlerinin yanlarında olmamaktadır. Dolayısıyla burada ‘hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde’ gibi birbirini tamamlayan kelimelerin insanlığı tamamlamadığını görmüş bulunuyoruz.

Bizler, daha doğru bir ifadeyle dünyadaki sağlıklı ülkeler birbirlerini suçlamayıp aksine destek olmalıdırlar. Söz konusu koronovirüs belki de ortaya atılan, yorgun dünya üzerine bırakılan bir silahtır. Her silah kendi içinde bir ses barındırabilir fakat bu salgından oluşan silah, sessiz bir savaşı doğurmaktadır…

Sessiz ve Silahsız Savaş

Her savaş topla, tüfekle ya da bombalarla yapılacak diye bir kural söz konusu değildir. Yeri geliyor bulunduğumuz hayat içinde düşünce savaşı, yaşam savaşı veriyoruz. Yaşam savaşı denildiğinde akla gelen ilk şey bir kimsenin kendi yaşamına ait verdiği sağlık üzerine bir mücadeledir.

İnsanlığın tarih boyunca en büyük düşmanı salgın ve bulaşıcı hastalıklar olmuştur. Antik Yunan’da dahi büyük salgın hastalıklar kendini göstermiştir ve Antik Yunan yurttaşları bu salgının tüm aileleri yok edebileceğini düşünmüşlerdir.

Sözünü ettiğim bu hastalık sizlerin de tahmin edebileceği gibi ‘Kara Veba’ olarak bilinmekteydi. 1330’larda Doğu Asya ya da Orta Asya’nın bir bölgesinde ortaya çıkmıştı.[5] Bu hastalık bazı hayvanlardan, örneğin pirelerden oluşmuş şekilde tüm hızıyla Asya, Avrupa ve Kuzey Afrika ülkelerine yayılarak yirmi yıldan daha kısa sürede Antik Okyanus ve çevresine kadar varmış oldu. Bu hastalığın tüm toplumları ekonomik ve psikolojik açıdan etkilediği görülmüştür.

Böyle bir salgın karşısında ülke yöneticileri elleri kolları Platon’un mağarasında zincire vurulmuşçasına kalakaldılar. İnsanların o dönemlerde bilime başvurması geç olduğundan dolayı çoğu kimse kendisini Tanrı’ya sığınmış şekilde buluyordu. Oysa Tanrı, elbette onlara bir dönüş yapmadı. Asıl iç acıtan şey şuydu: Bilim aşıyı bulunca herkes kendi Tanrı’sına teşekkür etti…

‘Kara Veba’ salgını tarihte yerini alan tek bulaşıcı hastalık olarak yer etmedi. Dolayısıyla salgın konusu çoğu filozofun da gündeminde yer aldı. Bunun en güzel örneğini Albert Camus’nün Veba eseri bizlere hümanist ve nihilist bir doktorun cehalet ve veba salgını ile savaşması konusunu vermektedir.

Çok sonra insanlığın karşısına grip ve çeşitleri, verem ya da frengi gibi hastalıklar ortaya çıkmaya başladı. ‘Şimdi’nin içinde yer alarak gelmeyen geleceğimizi bir kenara koyup arkamızı dönerek ‘geçmiş’imize bakalım… Yakın zamanda 2002-2003 yılında ‘Sars’ hastalığı ortaya çıkmış ve bizi derin bir şekilde sarsmıştı. 2005 yılında kuş gribi, 2009-2010 yılları içinde üzerine şarkılar da yazılan domuz gribi, 2014’te Ebola ve son olarak ise 2020 yılında Koronavirüs büyük bir dağdan düşen çığ gibi hayatlarımıza düştü.  

Bu noktada “Bu tip hastalık ve salgınlar neden çok yayıldı?” sorusunu cevaplamak gerekmektedir. Öyle ki insanlık en başından beri tarımla uğraş halindeydi. Kimi insanlar çiftçilik yaptılar ve bereketli topraklar üzerinde açıklı koyulu yeşil bitkileri ve en güzel meyveleri ürettiler. Kimi insanlar ise hayvancılıkla uğraştılar. Açıklı koyulu rengi olan büyükbaş hayvanlara, sarıya kaçan kıvırcık tüylü küçükbaş hayvanlara ya da birbirinden güzel ve batan güneşin kızıllığına değinmiş tüyleri olan kümes hayvanlarına baktılar. İşte böylece düşünen hayvan olarak insanın, diğer hayvanlarla yakın ilişkisi birçok hastalığı beraberinde getirmiş oldu.

Günümüze baktığımız zaman şu soruyu kendimize sormamız mümkündür: Bizler 21. yüzyıl içinde yaşayan kimseler olarak teknolojiye daha yakın konumdayız. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan kişilerin sayısının önceki yıllara göre makineleşme sayesinde biraz daha azaldığı görülmekte… O halde günümüze devrik cümlelerin üzerimize devrildiği gibi devrilen bu koronavirüs, hayvancılık azaldığı halde nasıl oldu da bir hayvandan ortaya çıktı?

İnsanlık çoğu salgını bilim ve teknolojinin gelişmesiyle atlattı. 21. yüzyılın ileri teknolojisi günümüzde yer alan Çin’de ortaya çıkan koronovirüsü atlamakta güçlük çekiyor. Geçmişe dönüp tekrar baktığımızda ülkeler arasındaki savaşlar topraklar uğruna yapılan savaşlardı. Fakat artık günümüzde insanlar teknoloji savaşı yapıyorlar. Burada en acı noktaysa şu: Önceden silahlar ve büyük toplar savaşın başladığını bize gösteriyordu. Çıkan ya da yapılan her savaş dünya üzerinde büyük sesler uyandırıyordu. Şimdi gelin görün ki yapılan savaşlar ‘sessiz savaş’ halini almış bulunmaktadır.

Belki çoğu salgın hastalık hayvanlar üzerinden bulaştı insanlığa… Fakat günümüzde var olan Koronovirüsün basit bir şekilde herhangi bir hayvandan bulaştığını ileri sürmek düz bir yolda arabayı bariyerlere sürmek gibi bir şeydir. Çünkü bu konular derin araştırma gerektirir.

Küçük bir varsayım yapmak ya da çıkarım yapmak makalemi ve kendi düşüncelerimi daha iyi ifade etmemde büyük rol oynayacaktır. “Dünyada insanlık tarihine bakınca varsayalım ki eğer günümüzde yaşanılanlar birer silahsız sessiz savaşsa insanlığın tarihine dönüp salgınların nerelerde ve nasıl ortaya çıktığı araştırılsa ve bu salgınlara aşıyı, örneğin A devleti bulmuş olsun diyelim… Sonuçlara bakıldığında her salgının aşısını ya da ilacını A devleti bulmuşsa eğer, sözüm ona korona salgınına A devleti çözüm bulmuyorsa, aksine kendisi de dünyayı bir film gibi izliyorsa o halde sessiz savaşı koronavirüs üzerinden başlatan A devleti olmuştur.” demek yerinde bir ifade olabilir.

Söz konusu olan koronovirüste “İnsanlar ölüyor.” ifadesini kullanmak gerekirken günümüzde çoğu ülke “Yaşlılar ölüyor.” demekle kalmayıp yaşlarına göre sıralama yapmakta ve onları ayırmaktalar. Bu tip ayrımcı bakış açıları koronovirüsün bedenlerinden çok zihinlerine işlemiş olduğunu, dolayısıyla etik ve ahlak çerçevesi içinde düşünmediklerini göstermektedir.

Doğanın Geri Dönüşü ve Değişimi  

Doğa, en başından beri üzerine yorum yapılan, düşünce geliştirilen bir nesne olmuştur. Bu doğa tarih boyunca birçok savaşa ve acımasızlığa tanık olmakla kalmayıp tüm bunlara aynı zamanda ev sahipliği de yapmıştır.

Öyle ki insanların acımasızlığı, yani doğaya zarar vermesi, doğayı kirletmesi doğamızı yorgun bir savaşçı haline getirmiştir. Kimi insanlar duyamaz doğanın çığlığını… Kimi zaman işitirim, rüzgârın sesi ile çarpar suratıma onun sesi… Sadece gökyüzü ağlamaz evrende. Aynı zamanda doğa da ağlar ve gözyaşlarını saklar toprak altına…

Doğamız tüm bunlardan sonra acaba insanlıktan öç mü almakta? Doğa günümüzde değişim halinde mi? Bu gibi sorular elbette düşüyor aklınıza… Bundan yıllar öncesine gittiğimizde insan avlanmak zorundaydı. Doğada yer alan çoğu canlıyı avladı ve varlığına devam etti. Acaba günümüzde doğa, avlanması yasaklanan hayvanları avladığı için insana ders mi veriyor?

İnsanlık tarihine baktığımızda ormanlar insanların kafesleriydi… Teknolojinin gelişmesi ile insanlar çadırlardan çıkıp gökyüzüne kadar varan büyük ve göz dolduran binalarda yaşamlarına devam ettiler. Günümüze bakınca biz insanlar koronavirüs karşısında ya da başka bir deyişle ‘sessiz savaş’ karşısında doğaya boyun eğdik ve kafeslerimiz olan evlerimize geri dönmüş bulunduk.

Sonuç olarak hayatımızı artık politik ve ekonomik açıdan tüm ülkelerin aldığı kararlar yönlendirecek… Koronavirüs ile dünyanın savaştığı bu sessiz savaşta, çiçeklerimiz her ne kadar kitap aralarında kalan çiçekler gibi solsa da çok yakında yeni bir dünyaya uyanıp bir çocuğun elindeki pamuk şekerinin pembeliğinde açacak çiçekler…

Bilim, tıp ve teknoloji ilerledikçe gençliğimizin baharlarına yeni bir güneş doğacak. Aksi halde bilim, tıp ve teknolojiye olan inancımızı yitirirsek gençliğimiz sonbaharda kalmışçasına yaprak dökecek… Ve yine son sözü dünya üzerinde bir parça şeklinde yer alan insanlık söyleyecek…







KAYNAKÇA
·         Yuval N. Harari, Homo Deus
·         Sabahattin Özafşar, Türkçe Sözlük
·         Ümit Kabukçu- Mustafa Pektaş, Türkçe Sözlük
·         M. İlin- E. Segal, İnsan Nasıl İnsan Oldu





[1] Ölüm korkusunda hiç ile karşı karşıya gelme durumu
[2] Yuval N. Harari, Homo Deus, (Çev. Poyzan Nur Taneli), Kolektif Yayınları, İstanbul, 2016, s.31
[3] Sabahattin Özafşar, Türkçe Sözlük, Birleşik Yay. İstanbul, 2009, s.426
[4] Ümit Kabukçu- Mustafa Pektaş, Türkçe Sözlük, Pasifik Yayınları, Ankara, s.425
[5] Yuval N. Harari, Homo Deus, (Çev. Poyzan Nur Taneli), Kolektif Yayınları, İstanbul, 2016, s.19

1 Nisan 2020 Çarşamba

SANAT VE SANATIN NE’LİĞİ ÜZERİNE






Sanatın ne anlam ifade ettiği Antik Yunan felsefesinden günümüze kadar tartışılagelmektedir. Sanat ‘güzel’ ile ilişkili midir? Yoksa muzu duvara asıp bir sanat yaptığımızı söyleyebilir miyiz? Modern dönemde bu konu üzerine birden fazla tartışma gözler önünde belirir.


Bilindiği üzere sadece görsel sanatlar çerçevesinde bir sanat tartışması yer almaz. Günümüz edebiyatına baktığımızda da “Sanat, sanat içindir.” veya “Sanat, toplum içindir.” gibi tartışmalar da yer almaktadır.

Makalemi kaleme almamdaki asıl amaç sanatın Antik Yunan felsefesinde nasıl yer ettiğine ve modern dönemde sanatın nasıl yeri olduğuna bakmak ve açıklamaya çalışmaktır. Şimdi, bir yağlı boya çalışması yapan ressam nasıl ki fırçasını tuval üzerinde kaydırıyorsa ben de sanat üzerine kelimelerimi bu sayfalar üzerinde kaydırmaya başlayacağım…

Nedir Sanat?

Sanatı açık maviye çalan gökyüzü ile koyu maviye çalan bir denizin kesiştiği noktaya benzetirim. Bir başka deyiş ile sanat, denizin biraz üstünde ve gökyüzünün biraz altında yer alır. Söz konusu sanatın bu yeri ufuk çizgisine tekabül eder. Dolayısıyla sanatı ufuk çizgisine benzetiyor olmam onun sonsuzluğuna ve sınırsızlığına işaret etmektedir.

Bilim, tarih, din, bilgi gibi alanların felsefesi olduğu gibi elbette sanatın da felsefesi vardır. Sanatın felsefesinden önce sanatın ne olduğuna bakmak yarar sağlayacaktır. Sanat, [lng. art; Fr. art; Alm. kunst.] birden fazla anlama gelmektedir. İlk anlamlarından bir tanesi bir etkinliğin gerçekleştirilmesi veya belli bir işin yapılmasıyla ilgili yöntem, bilgi ve kuralların tümüdür. Başka bir tanımında ise işi belli bir estetik duyguyu yansıtacak bir biçimde gerçekleştirme tarzıdır. Doğada olmayan bir şeyi yaratma amacına yönelmiş rasyonel faaliyettir.[1]

Yukarıda sözünü ettiğim yaratma amacını sayfalarımızın ilerleyen kısımlarında daha geniş ve derinlemesine ele alacağız. Şimdi sanatın tanımından sonra sanat felsefesine bakmak yerinde olacaktır. Söz konusu olan sanat felsefesi [lng. philosophy of art; Fr. philosophie dé l’art; Alm. kunstphilosophie.] ya da bir başka deyişle estetik; sanatla,  güzelle ilgilenen felsefe dalıdır. Sadece sanat eseriyle bağlantılı olarak çıkan problemleri ele almaktadır. Sanatın farklı kültürlerdeki yerini ve insan için sanatın taşıdığı anlamı araştırır. Ayrıca duygu ve beğeni yargısı olarak da geçen estetik, duyusal ve duygusal değerleri de inceler.

Bir sanatçı sanat eserini ortaya koyarken mutlaka bir çerçeve oluşturur. Bu noktada sanatın bileşenleri doğmaktadır. Öyle ki bu bileşenler sanatçı, nesne ve nesneden etkilenenlerdir. Elbette estetiğin kendi içinde taklit, temsil, dışavurum, biçimci kuram ile içerik ve estetik deneyim kuramları vardır.[2] Fakat bir yere kadar gelen bu kuramlar, herhangi bir şairin yarım kalan dizesi gibi eksik kalmıştır.

Bu kuramlardan kısaca bahsedecek olursak ilk olarak taklit kuramı ya da diğer adıyla yansıtma kuramı yer alır. Taklit kuramı temel olarak bir şeyin sanat eseri olabilmesi için başka bir şeyi taklit etmesi gerektiğini söyler. Bu kuram en zayıf kuramdır. Birçok eleştiri almıştır. Her ne kadar bazı hayvan seslerinin taklitlerine dayanan birkaç müzik eseri varsa da bunlar müzik sanatı içinde çok küçük yerlere sahiptir.

Diğer bir kuram ise temsil kuramıdır. Bu kuram taklit kuramının eksiklerini kapatmak amacıyla ortaya çıkar. Sanat eserinin bir şeyleri temsil etmesi gerektiğini söyler. Bu kuramın odak noktası ise ortaya koyduğu şeyi temsil ediyor olmasıdır. Taklit kuramı gibi bu kuram da birçok eleştiri almıştır.
Dışavurum kuramına baktığımızda ise bu kuram sanat eseri ile sanatçıya odaklanır. Örneğin,  E. Munch’un “Çığlık” adlı tablosu bu kurama örnektir. Munch, doğanın çığlığını duyduğunu ve bu durumda hissettiği dehşeti ve kaygıyı resmeder.

Biçimci kuram ve içerikte ise sanatın ayırt edici özelliği içerik değil biçimdir. Örneğin, “İsa’nın Dirilişi” adlı eserde “İsa o şekilde mi dirildi, yoksa ressam çizerken aşırı dinci tutum mu izledi?” gibi şeylere bakılmaz. Aksine, tekniğe ve olayın nasıl resmedildiğine, biçimine bakılır. Biçimci kuram da diğer kuramlar gibi eleştiri almıştır. Bu eleştirilerden biri şudur: Her şeyin biçimi vardır. Bardağın da biçimi vardır. O halde o da sanat eseri midir?

Son olarak estetik deneyim kuramına bakıldığında odak noktası sanat eserine bakan kişi, yani öznedir. Bizde estetik haz ve deneyim uyandıran kişi sanatçıdır. Bu kuramı Kant’ın üçüncü kritiğinde bulmak mümkündür.

Sanat nasıl tanımlanır? Sanat eseri neye denir? Bir sanat eserini güzel veya çirkin kılan şey nedir? İşte sanat felsefesi bu sorularla düşünce savaşı verir ve kesin olarak bir noktada savaşı kazandığını söyleyemeyiz. Çünkü sanatın hala tanımlanamadığı noktada yer almaktayız.

Sanatta “Güzel sanat varsa çirkin sanatta vardır.” gibisinden bir çıkarım yapılabilir mi? Bu sorunun da üstünde sisli bulutlar bulunur. Çünkü bu soru üzerine kesin yargıya varılamaz. O halde bu noktada da “Sanat ve sanatı ‘güzel’’ kılan şey ‘öznellik’ midir?” sorusunu sormak yerinde olacaktır.

İşte şu anda sanatın ne’liği üzerine bir tartışmanın içinde kendimizi bulmuş oluyoruz. Makaleyi okurken sanatın derinliği içinde kaybolup tekrar aydınlığa çıkmamızı ümit ediyorum… Sanatta yer eden öznellik bakış açısına baktığımız zaman 19. yüzyılın büyük ve usta filozofu Kant (1724- 1804) Yargı Yetisinin Eleştirisi adlı eserinde ‘beğeni yargısından’ söz eder ve sanatı evrensel olarak tanımlar. Dolayısıyla sanatta yer alan öznellik bir toz gibi kaybolur.

Bir başka pencereden bakıldığında ise güzelin matematiksel olduğu, buna bağlı olarak da sanatın matematiksel bir özellik taşıdığı için nesnel olduğu anlayışı vardır. Bu anlayış Antik Yunan dünyasının Pythagorasçı estetik anlayışına kadar dayanır. Böylece Antikçağdan sonraki modern çağa kadar hala sanatın ne olduğu üzerine genişçe düşünme eylemi yer alır. 

Antik Yunan ve Sanat

Antik Yunan felsefesinde sanatın yeri oldukça geniştir. Sanat sadece güzellik anlamı barındırmaz Yunan dünyasında. Sanatın büyük bir uzmanlık alanı gerektirdiğini düşünürler. Bundan dolayıdır ki Platon sanat kavramını geniş tutar ve belli başlı eserlerinde doktorun da balık avcısının da bir sanatı olduğunu Sofist, Devlet gibi eserlerinde vurgular. En nihayetinde onların yaptıkları işte de bir uzmanlık alanı söz konusudur.

Platon’un gençlik dönemi eserlerinden biri olan İon adlı eseri de sanatın ne olduğuna, nasıl yer ettiğine dair büyük önem taşır. Platon sanatın bilgi ile ilişkisine bakarak sanatı yargılar. Sanatın epistemolojik statüsü ile ilgilenir.

Sanatçı, belirli konuları belirli biçim kullanarak işler. Sokrates, eserde rhapsod İon’un bir sanatı olmadığını, onda sadece Tanrısal esin olduğunu ifade eder. İon’un etkileyici olmasının nedeni tam olarak buna bağlanır.

Sokrates, İon’un Homeros konusunda daha iyi konuşmasını sağlayan şeyin şu olduğunu söyler: “Sanat değil, ilahi güç.”[3] Yani öyle ki İon’un Homeros hakkında daha iyi konuşmasını sağlayan şey ilahi güce bağlanmıştır.

Platon, diyaloğunda (Sokrates konuşur) şairi şöyle tanımlar: “Şairler Tanrıların çevirmenleridir.”[4] Şairler, Tanrılar tarafından sürüklenirler. Devamında ise diyalog şöyle devam eder: “…Tanrı, en kötü şairi alıp, ona kendi ağzıyla en iyi şiiri söyletti.” Sokrates burada yine sanatla değil, Tanrı’nın yardımıyla o güzel sözleri söylediklerini vurgular.

Sokrates İon’a bu noktada şunu sorar:
“Peki, siz rhapsodlar, şairlerin çevirmenleri değil misiniz?
İon: Doğru söylüyorsun Sokrates.
Sokrates:  O halde sizler, çevirmenlerin çevirmenisiniz...” [5]

İon, Homeros’un şiirlerini okuyarak insanları etkileyebilir fakat bir sanatı yoktur. Sanatı olmamasının sebebi uzmanlığı olmamasına bağlanır. Rhapsod’un ne olduğunu Sokrates şöyle tanımlar: “Rhapsodlar, aslında şairlerin düşüncelerinin tercümanıdır.”[6] Diyalogda, rhapsod İon sadece Homeros üzerine şiirlerde usta olduğunu söyler ve Sokrates bunu çürütür. Diyalogda Platon sürekli olarak geleneği işin içine katmaktadır.

Sanat konusunu şiirden yola çıkarak ele alan Platon, güzel kavramını Büyük Hippias adlı eserinde inceler.  Şöyle ki önce güzeli tartışır, ardından geleneğe bakarak “Homeros zamanında nasıldı?” diye inceler.

Antik Yunan’da güzel ve iyi hep bir arada düşünülürdü. Sokrates’e göre ‘güzel olan’ değil, ‘güzel’ kavramının üzerinde durmak oldukça önem taşırdı. Söz konusu olan Büyük Hippias’da ‘güzel’ kavramı tartışılır fakat bir sonuca varılamaz.

Diyalog sofist Hippias ile Sokrates arasındadır. Platon’un diyalogları genelde çarşıda, pazarda yolda geçenlerle karşılaşma şeklinde olur. Yoldan geçen kimseler Sokrates ile karşılaşırlar ve diyalog başlar. Bu şekilde Platon yolda karşılaşmayı bilerek kurgular. Dolayısıyla “Felsefe yolda olmaktır.” sözüne bu anlamda işaret edilebilir. Felsefe hayatın içinde ve hayatı yönlendirendir.

Büyük Hippias diyaloğunda Sokrates kendini gizler. Bir kişi var, der. “Ve bu kişi güzelin ne olduğunu seninle öğrenmek ister. Ona neler söylemeliyim? Bilgili bir kişi olarak güzelin ne olduğunu tanımlar mısın?” diye sorar Hippias’a. Burada Hippias sanatın basit ve kolay bir şey olduğunu vurgular.

“Güzel nedir?” tartışması başladığında Hippias’ın sürekli örnekler verdiğini, mesela bir kadının güzel olduğunu, altın bir çömleğin güzel durduğunu ifade eder. Zira Sokrates, böyle bir güzel anlayışını düşünmez. Diyalogda güzelin birden fazla tanımı yapılır. Sokrates ‘güzel olanın’ değil, tersine ‘güzel’ kavramının ne olduğuna bakmak gerektiğini vurgular ve şunu ifade eder: “Güzellik diye bir kavram vardır ve bu kavrama katılan şey güzeldir…”[7]

Dolayısıyla sanatın ve güzelin Antik Yunan’dan itibaren derin bir şekilde ele alındığını görmüş bulunduk. Günümüzde bile “Güzel nedir?” diye sorduğumuzda dalında açan, bir kadının gözlerinin yeşiline benzeyen dalların ve güneş sarısına çalan papatya yapraklarının güzel olduğunu söyleyenler mevcuttur. Bunu söyleyen kimseler Sokrates karşısında yine güzel üzerine örnek verdiği için güzel olan ile ilişkilendirilecektir.

Platon, Büyük Hippias diyaloğunun sonunda da Sokrates’i konuşturur ve şunu vurgular: “ Ey Hippias! Atalarımız boşuna bu sözü söylememiş değil mi? Güzel olan şeyler zor olandır…”

Modern Dünya ve Sanat

Antik Yunan kıyılarının derinliklerinden her ne kadar çıkmış olsak da şimdi modern dünyanın üzerinde tekrar koca bir derinliğe gireceğiz. Bilindiği üzere modern düşünceyi ya da aydınlanma çağını Descartes ile başlatabiliriz. Öyle ki Descartes “Düşünüyorum, o halde varım.” ya da “Cogito, ergo sum.”[8] diyerek, düşündüğünü ve varlığını kesin olarak bildiğini bize gösterir.

Günümüz dünyasına bakmadan önce 19. yüzyıl düşünürü Kant’ın sanat anlayışına baktığımızda ilk başta da ifade ettiğim gibi Yargı Yetisinin Eleştirisi’nde, estetik alanına ilişkin beğeni yargısını uygular.

Kant, güzelliğin nesnede olduğu, sanat yapıtının doğaya gizlenmiş bir nesne olarak kabul eden Rönesans anlayışına karşı çıkar. Çünkü Kant özneyi merkeze koyar. Bir başka deyişle Kant’a göre güzellik öznededir.[9] Estetik deneyimde Aydınlanma’ya özgü bir dönüşüm vardır. Modern sanatın felsefi temeli estetik deneyimi mümkün kılan düşünsel tutumdur. Modern estettik deneyimde iki şey söz konusudur. Bunlardan biri incelmiş ve entelektüelleşmiş zevk iken diğeri kayıtsız bir seyir idealidir.

Kant için sanat, sanki bir oyun gibi, kendi için hoş olan bir uğraştır.[10] Yani sanat özgürdür. Bu özellik onu özgür kıldığı için Kant, ‘güzel sanatı’, ‘özgür sanat’ olarak adlandırır. Kant’a göre, güzel sanatların ayırt edici özelliği, ‘özgür sanat’ olmasıdır. Ayrıca güzel sanat, ruhu düşüncelere uyumlu hale getirir.

Kant’ın sanat ve estetik üzerine anlayışına baktıktan sonra Kant’tan sonra gelen Alman İdealizmi’nin üyelerinden Hegel’in sanat üzerine görüşlerine değinmek yerinde olacaktır. Hegel’de estetik kavramının içine giren güzelliği Estetik Üzerine Dersler eserinde şöyle tanımlanır: “Tinin dışlaşarak, nesnelleşerek duyular dünyasında görünüşe çıkmasıdır.”[11] Bu düşünce, eserinin ilk bölümünü oluşturur.  ‘Güzel’, idenin ya da Geist’ın duyusal bir görüş kazanması olup bu ide soyut bir evrensellik olarak değil,  kendi içinde soyutu bulunduran ve gerçeğin somut bir idealitesi olarak duyusal alanda kendisini ortaya koyan canlı hakikat ve yaşam olarak tüm canlıları etkileyip uyaran, onları harekete geçiren bir –ide-dir.

Hegel’e göre güzellik, hakiki gerçekliğini sanat alanında kazanır. Hegel için sanat doğanın taklidi değildir. Kant gibi Hegel de özneye dönmüş olup sanatı özne üzerine yerleştirir ve hatta sanat kaynağını duyusal formlarla, yani öznenin kendi kişisel duyusal alanıyla kendine özgü bir uyum ve ruh kazandığı ideal bir dünyanın yaratısıdır. Bir başka deyişle gerçeklikle ideal olan kendi içinde kaynaştırılır.

Hegel’in Kant’tan aldığı felsefi düşünce kadar ondan ayrıldığı noktalar da vardır. Bu noktalardan bir tanesinde Kant için güzel ve sanat hakkında bir bilim olamayıp sadece onlar hakkında eleştiriler yapılabileceği düşüncesi yer alırken bir diğerinde Hegel için sanatın, tinin en üstün formu olmaktan uzak bulunduğundan dolayı yetkinliğine ancak bilim içinde kavuşacağı düşüncesi yer alır.
Hegel’in estetik tanımına döndüğümüzde estetik, konu olarak güzelin geniş imparatorluğuna sahiptir. Ayrıca bu bilime en iyi uyan ifadeyi kullanmak gerekirse sanat felsefesi ya da güzel sanatlar felsefesi demek uygun düşer. En başta güzel ve sanat hakkında veya sanatın ne’liği hakkında birçok konu tartışılmıştı, bazı kuramlar yer almıştı. Dolayısıyla bu tartışmalar Hegel döneminde de devam etmiştir. Sanatın bir görünüş mü yoksa bir yanılsama mı olduğu soruları cevaplarını bulmak üzere kitaplara bir nakış gibi işlenmiştir.

Ayrıca ele alınan bir başka soru ise “Sanat bir bilgi midir?” sorusudur. Bu soru Antik Yunan felsefesinde Platon’un ilk başlarda sözünü ettiğim İon eserinde ele alınmaktadır. Bundan dolayıdır ki Platon sanata bilgiyle yaklaşmaktadır. Hegel ise Antik Yunan düşüncesinden farkı olarak sanat yapıtının kendisini dışsal bir nesne olarak görünüşe sunduğunu ve bunu aracısız bir belirlenim ile kendisine rengini, biçimini, sesini veren duyusal bireysellik ile olduğunu ifade etmiştir.[12]

Sonuç olarak sanat üzerine yolculuğumuza Antik Yunan düşüncesinden yola çıkmış bulunup 19. yüzyıl düşünürlerinden Kant’ın yanına uğradık ve ardından Hegel’in estetik görüşlerine değindik. Şimdi ise kısaca günümüzde sanatın yerine ve ne’liğine değinecek olursak geçmişten bugüne kadar sanatın tanımının hala muallak içinde olduğu, kesin bir tanımının yapılamadığı görülmektedir.

Günümüzde bir muzun duvara asılıp sanat olduğunu da ifade edenler yer almaktadır. Sanat eğer böyle bir şeyse o halde basitçe şeyler bile sanat olup onu yapanlara da sanatçı mı denmelidir? Muzu duvara asmak mı sanat yoksa bu fikri ortaya koymak mı sanattır? Yanımda Platon olsa muhtemelen bana şunları söylerdi:

 “Ey yazar, bak başının üzerinde koca kainat! Muzu duvara asmak değil, bir uzmanlıktır sanat…”







KAYNAKÇA


-          Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü
-          Hakkı Hünler, Estetiğin Kısa Tarihi
-          Platon, İon
-          Platon, Büyük Hippias
-          Descartes, Meditasyonlar
-          Kant, Yargı Yetisinin Eleştirisi
-          G. W. F. Hegel- Eserlerinden Seçmeler




[1] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s.748
[2] Hakkı Hünler, Estetiğin Kısa Tarihi
[3] Platon, İon, (Çev. Furkan Akderin), İstanbul: Say Yayıncılık, 2010, s.41, 533 d 2
[4] Platon, İon, (Çev. Furkan Akderin), İstanbul: Say Yayıncılık, 2010, s.43, 534 e 7
[5] Platon, İon, (Çev. Furkan Akderin),  İstanbul: Say Yayıncılık, 2010, s.44, 535 a 7
[6] Platon, İon,(Çev. Furkan Akderin) İstanbul: Say Yayıncılık, 2010, s.34, 530 c 4
[7] Platon, Büyük Hippias, (Çev. Furkan Akderin) İstanbul: Say Yayıncılık
[8] Descartes, Meditasyonlar, (Çev. Engin Sunar)Say Yayıncılık, İstanbul, 2010, s.55
[9] Kant, Yargı Yetisinin Eleştirisi, (Çev. Aziz Yardımlı), İdea Yayınları
[10] Kant, Yargı Yetisinin Eleştirisi, (Çev. Aziz Yardımlı), İdea Yayınları
[11] G. W. F. Hegel Eserlerinden Seçmeler (Çev. Nejat Bozkurt), Sentez Yayıncılık, İstanbul, 2014, s.203
[12] G. W. F. Hegel Eserlerinden Seçmeler (Çev. Nejat Bozkurt), Sentez Yayıncılık, İstanbul, 2014, s.214

WITTGENSTEIN FELSEFESİNDE DİL VE DÜNYA İLİŞKİSİ

  "Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler." Wittgenstein Ludwig Wittgenstein’ın, dil felsefesi bağlamındaki görüşlerine biz...