30 Haziran 2020 Salı

ROUSSEAU’DA UYGARLIK, BİLİM VE SANAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE





Sanata bir deniz üzerindeki ufuk çizgisi gibi uzun ve farklı gemilerden bakacak olursak ilkin Antik Yunan kıyılarında ve Platon’un eserlerinde gördüğümüz üzere Sokrates’in felsefeyi tartışarak çarşıda ve pazarda yaptığını görürüz. Platon, felsefeyi Akademia Okulu’nda, Aristoteles ise çok sonra felsefeyi kendi okulunda, yani Lise’de yapmıştı. 18. yüzyılda dönem değişince, modern filozofların da düşünceleri değişmiştir.

Modern dünyanın sanat anlayışında ya da 18. yüzyılda da İskoçya, Almanya, İngiltere’de ‘güzel’ meselesi incelenmiştir. Antik Yunan dünyası, teorik olarak düşünüyordu ve akıllarına gelen her soruyu incelemeye çalışıyorlardı. Modern dünyada ise felsefenin genel olarak etkisi olmuştur. Teorik yaklaşım da mevcuttu fakat arka planda yer almıştır. Yani başka bir deyişle teorik olan pratik olandan ayrılamazdı. 18. yüzyılda Fransa’da sorulan soru şu olmuştur: Onun veya o şeyin gerçekten güzel olup olmadığına kim karar verecek? Otorite sahibi, sanatın içinde bulunan ve kendileri de üreten kimseler cevap verebilirler. Bu makaleyi söz konusu olan soruyu açmak, uygarlık-bilim ve bilim-sanat arasındaki ilişkiyi ve Rousseau için bilim ve sanatın ahlak penceresindeki yerini göstermek amacıyla kaleme almaktayım. Antik Yunan dünyasından bağımsız bir şekilde modern dünyada Rousseau’nun izlerini takip etmeye başlayalım…

Modern Dünyada Fransız Aydınlanması

Günümüzde uygarlık denilince bir ülke veya toplumun maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamı akla düşer. Dolayısıyla uygarlık kavramının içerisinde bilim ve sanatı da barındırdığı açık bir şekilde görülür. Modern dönemde modern sanat anlayışının tartışıldığını da görmekteyiz. Gerek Diderot olsun gerek Voltaire ya da farklı filozoflar olsun her şekilde Fransız Aydınlanmasında tartışmaların içinde oldukları açıktır.

Modern dönemde sanatın tartışıldığı yerlerden bir tanesi yeni kurulmuş sanat akademileri olmuştur. Bir diğeri özel salonlardır. İmkânı olan insanlar, yemekler ve davetler veriyorlardı. Bu davetlere politikacıları, sanatçıları, filozofları, tüccarları davet ediyorlardı. Elbette ki bunu özellikle entelektüelleri bir araya getirmek için yapanlar da vardı… Son olarak sanatın tartışıldığı yerlerden diğeri ise kafeler olmuştu. Kafe kültürü özellikle Fransız Aydınlanmasında ön plana çıkmıştı. Kafelerin iki işlevi mevcuttu: Bunlardan bir tanesi iş görüşmeleri yapan insanlar kafelerde buluşuyorlardı. Diğeri ise insanlar kafelerde bir araya gelip birbirlerine sorular sorup tartışıyorlardı. Söz konusu olan sorular içinde “Güzelliği nasıl tanımlarız?”, “Duyularla mı ya da deneyci bir açıklama mı lazım, yoksa gelenekselci yaklaşımla mı güzelliğe yaklaşılmalı?” gibi soruların hepsi tartışmanın eksenini oluşturuyordu.

Tüm bunlar dışında daha derine indiğimizde Fransız Aydınlanması denilince genelde “felsefe ile dini karşılıklı oturtma” anlamı gelmektedir. Oysa o dönemde topluma din rengini vermiştir. Daha önceki soruları yeni tarzda cevaplamaya çalışmışlardır. Perspektifleri insan aklını kullanmak ve deneyimden hareketle sorunları çözmeye çalıştıklarından dolayı Hristiyan kültürle çatışmaya giriyor gibi görünmektedir. Fransız Aydınlanması genel olarak Hristiyanlık veya din karşıtlığı değildir. Din ve gelenek eleştirisinde en ileri giden filozoflar mevcuttur.

Aydınlanma her nerede ve nasıl olursa olsun kendi adına düşünme gücüdür ve üç konusu vardır. Bunlar, ‘iyi, doğru ve güzel’dir. Makalemde ön plana çıkacak olan kavram ‘güzel’ kavramı olacaktır. Bu noktada modernlerle eskiler arasındaki temel farka baktığımızda eskiler olarak tanımladığımız taraf tarihe bakarken bir bozulma görüyordu. Modernler tarihte bozulma değil, ilerleme görüyorlar. Modernler için kendimizi kendi çağımızın içinde ifade etmemiz gerekmektedir. Öyle ki bu durumda biz kendi sesimizi ortaya koyacağız. Aynı zamanda modernler klasikleri ciddi bir şekilde eleştirmiştir. Örneğin, Rousseau, modern dünyanın bozulmuşluğunu ‘gizleyen maske’ gibi söyler.[1] Fakat modernler nezaketi ve kibarlığı överler.

Rousseau’da Uygarlık, Bilim ve Sanat

Rousseau’nun sanat anlayışından önce onun Fransız Aydınlanmasındaki yerine bakacak olursak bu dönem içinde Rousseau yumuşak ve duygusal bir deizm savunuculuğu içerisindedir. Rousseau moral, duygu ve vicdanı bir Tanrı inancına bağlamıştır. Deizmin ana konusuna sadık kalmıştır.[2] Dolayısıyla Rousseau akılcı deizmine romantik bir anlayış katmıştır. Rousseau’ya göre insanda doğuştan mevcut olan iyilik ve adalet duygusu sonradan kötülüğe ve eşitsizliğe kaymıştır. İşte tam da bu noktada Rousseau’nun İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı eserine işaret edilebilir.

Fransız Aydınlanması dönemindeki görüşleri ardından Rousseau’nun sanat ve ilim üzerindeki görüşlerine adım atmak yerinde olacaktır. Rousseau kaleme aldığı Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev adlı eserinde sanat görüşünü gökyüzünün bulutsuz ve saf açıklığı gibi açık bir ifadeyle ortaya koymuştur. Bu eseri okurken “Bilimlerin ve sanatların gelişmesi ahlâkın düzelmesine mi yoksa bozulmasına mı yardım etmiştir?” sorusunu sürekli göz önünde bulundurmak gerekir –ki Rousseau bu soru ile eserine başlar. Söz konusu incelenecek olan soru, dağ kadar büyük ve okyanus kadar derin bir problemdir. Ahlak meselesinde Rousseau’ya göre bir çelişki vardır. Bu çelişki aslında dürüstlük ve erdem arasında mevcuttur. Rousseau’ya göre erdem ile dürüstlük kavramı çelişmektedir. Rousseau şöyle yazar: “İyi insanların dürüstlüğe verdikleri değer bilginlerin bilime verdikleri değerden daha yüksektir.”[3]

Rousseau’ya göre, insanların doğru yola girmesi için bir devrim gerekliydi; o devrim ise edebiyattı. İnsanlar yazmaya başladı, ardından edebiyatı bilimler izledi. ‘Yazmak’ sanatından sonra ‘düşünmek’ sanatı doğdu Rousseau için… Düşünce ile beraber birçok şey değişti. Kimi insanlar derinlemesine düşünerek teknolojiyi uç noktaya taşıdı. Bilim gerek teknoloji, gerek sanayileşme, gerek üretimle beraber üst noktaya yavaş yavaş tırmanıyordu. İhtiyaçların doğurduğu kral tahtlarını bilim ve sanatlar güçlendirmişti. Onlar, “Ey dünyanın egemenleri! Sanata yeteneği olanları sevin, sanat için çalışanları koruyun! Ey uygar milletler! Bilimleri ve sanatları besleyin.” şeklinde vurgular yaparak bilim ve sanatların gücüne güç katmışlardır.

Rousseau eserinde uygarlık üzerine eleştirilerde de bulunur. Uygarlığın bilim ve sanatla ilişkisi ön plana çıkar. Ona göre uygarlık birbirini umursamayan insanların birbiri üzerinden yükselmesi üzerine oluşan paradokstan oluşur. Uygarlığın temel yapı taşlarından olan sanat ve bilim doğal eğilimlerinden olan şeylerdir.

Başka bir pencereden baktığımızda samimiyetsizlik ve ruhsuzluk Rousseau’nun vurgulayıp yakındığı terimlerdir. Rousseau şöyle der: “Hep nezaket gerekleri, kibarlık zorunlulukları içerisindeyiz. Hep âdetlere, kurallara uymaktayız. Hiç kendi ruhumuza uyduğumuz yok. Kimse olduğu gibi görünmeye cesaret edemez olmuş…”[4] Mevlana’nın sözü de bu noktada kulaklarımda çınlamakta: “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol…” Rousseau’nun tüm bunları söylemesinin nedeni ise toplum denilen sürüyü meydana getiren insanlar hep aynı şeyi yapıyorlar. Olduğu gibi görünmeyip göründüğü gibi de olmamakta ısrar ediyorlar. Dolayısıyla, samimiyetsizlik nezaketin temelinde yer etmiş durumdadır. Rousseau için, uygarlığın getirmiş olduğu nezaket anlayışı büyük bir şekilde gizleniyor.

Uygarlıkla, medeniyetle birlikte insanlar birbirleri arkasından işler çevirmekte, kuyular kazmaktadırlar. Kimi insanlar vardır ki karşısındaki insanı çıkmaz sokakta bırakıp “Yolun açık olsun!” diyebilme samimiyetsizliğine sahipler. Yapmacık hareketler ve gülüşlerin ardı arkası kesilmez… Rousseau’ya göre artık tüm bu arkadan iş çevirmeler biçim değiştiriyor. Erdemsizliğin yerini ince erdemsizlik alıyor. Küçük bir örnek verecek olursam: Sevmediğimiz bir insana doğrudan saldırırız çoğu zaman. Fakat uygarlıkla birlikte arkadan saldırmaktayız. İşte tam olarak bu noktada samimiyetsizlik söz konusu oluyor. Kabalığın yerini ince bir erdemsizlik alıyor…

Sonuç olarak baktığımızda bilimler ve sanatlardaki ilerleme mutluluğumuza bir şey katmamış, ahlâkımızı bozmuş, bu yüzden zevkimizi de berbat etmiştir. Renkler ve zevkler üzerine geriye eser kalmamıştır. Uygarlığın samimiyetsizliği her pencereden içeri girmiş, bilim ve sanatları da kaplamıştır. Dolayısıyla 18. yüzyıldan günümüze baktığımızda şu soruyu sormam yerinde olacaktır: Uygar olan uygarlıklar, bilimler ve sanatların değerinin farkına ne zaman varacaklar ve ahlaktan ne zaman ayrılacaklardır?





 KAYNAKÇA:

·         Jean Jacques Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev
·         Ahmet Cevizci, Felsefe Ansiklopedisi
·         Ahmet Cevizci, Aydınlanma Felsefesi



[1] Jean J. Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, TR İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018, s.11
[2] Ahmet Cevizci, Deizm, Felsefe Ansiklopedisi, Ebabil Yayınları, Ankara, 2006, s.101
[3]  Jean J. Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, TR İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018 s.5

[4] Jean J. Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, TR İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018, s.9

18 Haziran 2020 Perşembe

FAHRENHEİT 451: DİSTOPYA’DAN ÜTOPYA’YA




Her insan kendi düşünceleri içinde daha doğrusu kendi iç dünyasında düşler kurar. Kimi zaman düş’er düşlediği düşten… Kimi zaman gökyüzüne kanatlanır ve kanatlarını bulutlar üstünde çırpar. Ray Bradbury’in kaleme aldığı Fahrenheit 451 eseriyle büyük bir düşe gireceğiz. Düşlediğimiz düşlere düşmemek için eserin karakteri olan Montag’ın elinden tutacağız…

Ütopya ve Distopya Üzerine

Çevremizde ya da okuduğumuz kitaplarda sürekli denk geldiğimiz iki kavram vardır.  Bunlardan biri ütopya, diğeri ise distopya ya da farklı deyişlerle anti-ütopya, kaka-ütopyadır. Sözünü ettiğimiz ‘ütopya’ kavramının anlamı aslında olmayan, tasarlanmış ideal toplumdur. Ütopyalar, gerçekleşmesi imkânsız toplum tasarımı olarak yer ederler. ‘Distopya’ kavramı ise, ütopya kavramının tam tersi niteliktedir. Distopya, çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum otoriter-totoliter bir devlet modeli ya da benzer olan farklı bir baskıcı sistem altında ifade edilir.

Ütopyanın kendi içinde yer alan belli başlı çeşitleri veya türleri de mevcuttur. İstenen ütopyalar, istenmeyen ütopyalar (distopyalar), ekonomik ütopyalar, politik ve tarihi ütopyalar, dini ütopyalar, bilimsel ve teknolojik ütopyalar vb. Bu ütopyalar arasında karşımıza en çok istenen ve istenmeyen ütopyalar çıkmaktadır. Dolayısıyla belli başlı eserlerden hareketle istenen ütopyalardan söz ettiğimizde karşımıza şu eserler bir tespih çiçeğinin dizilişi gibi aklımıza dizilir:  Platon’un Devlet diyaloğu, bu eserin hemen yanında Thomas More’un Ütopya eseri, Francis Bacon’un Yeni Atlantis’i ve Campanella’nın Güneş Ülkesi gibi ütopik eserler istenen ütopyaların başındandır. Bir diğer yandan istenmeyen ütopyalara baktığımızda, Aldous Leonard Huxley’in Cesur Yeni Dünya eseri, bu yeni dünyada teknoloji çok gelişmiştir. İnsan suni olarak üremekte ve evlilik söz konusu değildir. Bu distopya, bizlere doğal yaşamdan kopmayı anlatan ve geleceğe karşı korkuyu vurgulayan bir distopyadır. George Orwell’in, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört eseri ise zorbalığın ve zorluğun hüküm sürdüğü bir dünyayı betimler bizlere. Eserin içindeki karakterlerin çoğu casustur ve insanlara güven yoktur. Gelecek için duyulan kaygı ve korkuyu Orwell, bu eserinde ifade etmiştir… İstenen ve istenmeyen ütopyalara bir saka kuşunun göklerde süzülüp, onun yeryüzüne bakışıyla baktık tüm bu eserlere… Şimdi ise göklerden aşağıya doğru inip bir esere konmalı ve kanatlarımızı dinlendirmeliyiz.



Fahrenheit 451 ve Dönüşüm

Özetle söylemek gerekirse Ray Bradbury’in, Fahrenheit 451 adlı eseri distopya ile başlayıp ütopya ile son bulmaktadır. ‘Fahrenheit’ kavramı ‘derece’ anlamına gelmektedir. Dolayısıyla 451 derece kitap kâğıdının yanma derecesi olarak ifade edilir. Eserde müthiş bir bilim-kurgu ön plana çıkmaktadır. Eserin distopya olarak başladığını görmek zor değildir. Çünkü bu esere işlenmiş ülkede, kitap okumak yasaktır ve itfaiyecilerin görevi yangın söndürmek değil yangın çıkartmaktır. Yangınları, kitapları yakarak yaparlar. Eserdeki başkarakterimiz Montag bir itfaiyecidir ve devletin sözünden çıkmaz. Kitapları okumaktan ‘uzak’ fakat kitapları yakmaya ‘yakın’ olan kişidir.

Peki, bu eserin ütopyaya dönüşümü nasıl gerçekleşir? Bu sorunun cevabını metinden hareketle vermek yerinde olacaktır. Kitabı “okumak için okuyanlar” bu sorunun cevabını asla bulamayıp, oldukları yerde sayacaktır. Başkarakter Montag, itfaiye merkezine giderken metroyu kullanır. Bu metroda yeni taşınan öğretmen komşusu Clarisse McClellan ile karşılaşır. Bu karşılaşma, bir gün yerini diyaloğa bırakır ve distopyadan ütopyaya dönüşüm bu noktada gerçekleşir. Öğretmen, Montag’a şunu sorar: “Yaktığın kitapları okuduğun oluyor mu?”[1] Montag, bu soruya gülerek, yaktığı kitapları okumanın devlet tarafından yasak ve kanuna aykırı olduğunu belirtir. Montag, bununla da kalmayıp şöyle devam eder: “Pazartesileri Millay, çarşambaları Whitman, cumaları da Faulkner kitaplarını yakıp kül ederiz, sonra da külleri yakarız…”[2]

Öğretmenin, itfaiyeci Montag’a yaktığı kitapları okuyup okumadığını sorması Montag’in aklında düşünce oluşturur. Çok sonra Montag ve itfaiye ekibinin aldığı ihbardan hareketle yaşlı bir kadının evinde çok kitap olduğu ve bu kitapları okuduğunu fark ederler. Eve gittiklerinde bir oda baştanbaşa kütüphane ve yaşlı kadında oracıkta durmaktadır. Yaşlı kadın, itfaiyecilerin kitaplarını dağıtıp yakacaklarını görür ve kitapların arasında bekler. İtfaiyeciler kitapları yakmak istediklerinden dolayı kadını dışarı çıkartmak ister. Fakat kadın buna göz yummayıp kendini de kitaplarla birlikte yakar. Kitaplar uğruna kendini yakan bir insan varsa o kitaplarda büyük şeyler vardır… Bu olaya şahit olan Montag bundan sonra kitap okumaya başlar ve distopya da yerini ütopyaya bırakır.

Öğretmen, Montag’a uzaklarda bir yerde insan kütüphanelerin olduğundan söz eder. Öğretmen oraya kaçar ve Montag’a da kimseye yakalanmadan kaçıp oraya gelmesini söyler. Montag ve arkadaşları çok sonra bir ihbar daha alırlar. Bu sefer ki adres ona çok tanıdıktır. Geldikleri ev Montag’ın kendi evidir ve ihbar eden kişi ise eşidir. Baş itfaiyeci Montag’tan kitapları sakladığı yerden çıkarmasını ister ve çıkarır. Montag, o noktadan bir anda öğretmenin dediği insan kütüphanelerinin olduğu yere kaçar. Montag karda yürümüş ve izini belli etmemiştir. Geldiği noktada onu bir kimse karşılar. Diğer arkadaşları ile tanıştırır. Tanıştığı kişiler arasında ikiz kardeşler vardır. Biri Hugo’nun Sefiller romanının I. cildi, diğeri II. cildidir.

Bulundukları yerde kitaplar yakılmıyor. Dört mevsimin dördü de bu yerde zamanında yaşanıyor. İlkbaharın güzelliği açan çiçeklerle, kışın güzelliği beyaz gelinlik giyen doğa ile geliyor. Her insan bir kitap olarak yer ediyor. Zihinlerinde kendilerine benimsedikleri kitabı tekrar ediyorlar ve yaşamlarını sürdürüyorlar.

Sonuç olarak baktığımızda, ütopyadan distopyaya kanat çırpmış bulunduk ve Montag’in elinden tutup yangın içinde yürüdük. Her insan bir kitaptır aslında bunu görmüyoruz ya da göz ardı ediyoruz. Kitap gibi insanlar hayatımızdan sayfa sayfa geçiyorlar… Biz bu sayfaları okumak yerine sayfaları koparıyoruz.

Devrik cümleler devriliyor üzerimize kaldıramıyoruz. Devrilen cümlelerin altında nefes almaya çalışıyoruz…



KAYNAKÇA

·         Ray Bradbury, Fahrenheit 451
·         Ray Bradbury, Yakma Zevki


[1] Ray Bradbury, Fahrenheit 451, Çev. Dost Körpe, İthaki Yayınları, İstanbul, 2018, s.27
[2] Ray Bradbury, Fahrenheit 451, Çev. Dost Körpe, İthaki Yayınları, İstanbul, 2018, s.28

12 Haziran 2020 Cuma

HAYAT İÇİNDEN FELSEFE VE EDEBİYAT KALINTILARI



Koca dünya içinde felsefe ve edebiyata dair kırıntılar gerçekten var mıdır? Eğer varsa bu kırıntıları toplamak yerine neden üzerine basıp geçiyoruz? Hayat içinde felsefe ve edebiyatın kalıntılarını toplamak amacıyla bu makaleyi kaleme alıyorum. Yavaş yavaş felsefe ve edebiyat denizinde kulaçlarımızı atmaya başlayalım.

Felsefe Günümüzde Neden Sevilmiyor?

 Felsefe; [lng. philosophy; Fr. philosophie; AI. philosophie] yunanca ‘seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum’ anlamına gelen phileo ve 'bilgi, bilgelik' anlamına gelen sophia sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplindir.[1] Buna göre, felsefe Yunanlılar için, 'bilgelik sevgisi' ya da 'hikmet arayışı' anlamına gelmiştir. Çoğu kimse için felsefe gereksiz, herhangi bir amacı olmayan şey olarak görülmektedir. Felsefenin gereksiz olduğunu düşünenler, düşünmemeyi ilke edinen kimselerdir. Düşünmemeyi düşünmek için düşünürler. Oysa düşünmeyi düşünmek onların mutlu olmalarını sağlayacaktır.

Felsefe eğitiminin çok küçük yaşlarda başlaması gerektiği kanısındayım ki küçük yaşta felsefeye başlamak o kişiye birçok farklı pencereler açacaktır. Arthur Schopenhauer, bu konu hakkında şöyle söyler: “Üniversitelerde ders olarak okutulmasının kesinlikle felsefeye değişik bakımlardan faydası dokunur. Bu sayede o resmi bir varlık kazanır ve insanların gözünde konumu yükselir, böylelikle de varlığı sürekli olarak akla gelir ve insanlar onun farkında olur.”[2] Üniversitelerde okutulan felsefenin faydası dokunacaktır fakat öğrencide yine de bir şeyler eksik kalacaktır. Günümüzdeki en önemli problem sadece felsefe öğrencilerinin değil aynı zamanda toplumumuzun da kitap okumuyor olmasıdır. Kitap okumayan ya da kitap okumayı sevmeyen bir toplum felsefeden kopmuştur ya da kopmasına ramak kalmıştır. Bu çeşit eksikliklerin tamamlanması küçük yaşlarda olur. Eğer küçük yaşlardan felsefe okutulursa, felsefe yeni bir varlık kazanır. Konumu ya da bir başka deyiş ile yeri daha çok yükselir ve yücelir.

Çoğu kimse için felsefe gereksiz görüldüğü kadar sıkıcı olarak da görülür. Aslında felsefe sıkıcı bir şey değildir. Onu sıkıcı kılan insanlardır. Fakat hayatın her yerine, insanın saç telinden ayak tırnağına kadar nakış nakış işlenmiştir. Her insan düşüncelidir. Yağmurlu bir havada, dar bir sokağın kaldırımında yürüyen kişi bile bir düşünce halindedir. Kimileri uykusunda bile düşünür. Bu felsefenin hayata işlendiğinin başka bir söylemidir.

Akıllılar İçinde ‘Deli’ Filozoflar

Günümüzde her insan kendini diğer insanlardan daha akıllı ve üstün sanıyor. Oysa akıllılık asla kurnazlık anlamına gelmez. Fakat gelin görün ki günümüz insanı bunu kurnazlık olarak niteler. Son zamanlarda çokça işittiğim söylemler şunlardır: “Felsefeciler / filozoflar delidir! Onlara asla inanmayın, dediklerine sakın güvenmeyin! Onlar sizi kandırıyorlar…” bu çeşit söylemleri acı içinde dinler oldum. Aslında deli olan filozoflar değil akıllı olan insanlardır.

Bir filozofun deliliği felsefe uğrunadır. Bu delilik sadece felsefe ile de bağlı kalmaz aynı zamanda yaşamın da içinde yer alır. Filozof, felsefenin ve hayatın delisidir. Sürekli olarak sorgulamak ister ve merak duygusu içinde yaşar. Merak duygusu olmazsa felsefe de olmaz. Felsefe bir çiçekse, merak duygusu o çiçeğin uzun ve ince kıvrımlı kahverengi dalıdır.

“Deli” olarak nitelendirilen filozoflar diğerlerinden daha akıllıdırlar. Delilik bir çeşit çocukluktur. Usta bir filozof asla içindeki çocuğu öldürmemelidir. Erasmus’un da söylediği gibi: “…Bir insan kendi kendini övdü diye onu hemen züppelik ve küstahlıkla suçlayan bilgeler umurumda değildir. Böyle bir insana delidir desinler, ala! Fakat hiç olmazsa kendini övmekle bu sıfata tamamen uygun hareket ettiğini itiraf etsinler!”[3]

Delilik; felsefenin doğasında vardır. Herhangi bir kimse tarafından okunan bir eser (varsayalım ki felsefe eseri olsun) yüzeysel bir şekilde okunur. Fakat bir filozof o eseri deli gibi okurken akıllıcı şeyler yapar. Okuduğunda elinden geldiğince felsefi yorumlar çıkarır. Çıkarılan yorumları kendi aklı ile delice eleştirir. Bunun sonucunda yeni fikirler doğar. Bu fikirler ile felsefe bir adım daha ilerler.
Akıllılar içinde aklımızı yitirmek yerine deliler gibi felsefe savaşında olmak gerekir. “Deli” diye nitelendirilen filozofların birçok insandan daha akıllı olduğunu göstermek bu yoldan geçecektir ve elbet günün birinde aklı olan herkes delirecektir…

 Felsef/e/debiyat Kalıntıları

Şimdiye kadar felsefenin günümüzde neden sevilmediğine ve akıllılar içinde filozofların “deli” olarak görüldüğüne değinmiş bulunduk. Tüm bunlardan sonra artık felsefe ile edebiyatın hayatın içindeki kalıntılarına ve kırıntılarını toplamaya geldi. Öyle ki felsefe yapmanın iki koşulu vardır: Birincisi; aklını kullanma cesareti göstermek, ikincisi; her şeyi açık açık gösterme bilincinde olmak gerekir. Edebiyatta ise gerçeklik pek söz konusu olmaz. Kimi yazarlar / şairler hayal gücünden de etkilenir. Hayatın içinde yer alan felsefe ve edebiyat kalıntılarını toplamak gerekir. Tıpkı felsefe gibi edebiyat da hayata işlenmiştir.

Schopenhauer, şair ile filozof ayrımını çok güzel bir şekilde belirler: “Şair, düş gücünün önüne hayatın, insan karakterlerinin tablolarını getirir; hepsini canlandırır ve ardından herkesi düşünsel melekeleri[4] elverdiğince bu tablolar üzerine düşünmesi için bırakır… Ne ki filozof bu şekilde hayatın kendisini değil fakat hayattan soyutlandığı tamamlanmış fikirleri getirir ve okurunun tam olarak aynı şekilde ve kendi düşündüğü kadar düşünmesini talep eder; dolayısı ile onun hitap ettiği kesim çok dardır…”[5]

Buradan çıkarılacak en önemli şey; şair, acı içinde kıvranarak yazdığı, devrik cümlelerin üzerine devrildiği cümleler içinde kıvranıp, büyük kesime yönelirken; filozof, gücünü kendi düşünden aldığı ancak kendi düşündüğü kadar başkasını düşündürdüğü yani daha dar kesim ile beraber kalmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki şair, (örneğin) gözleri gökyüzü mavisi, saçları başak tarlasında yer eden sarı ya da saçlarına gecenin koyuluğunu davet eden bir kimseyi, kelimeleri ile anlatırken; filozof, o sözü edilen kimsenin özünü inceler ya da özünü düşünür. Bir başka deyiş ile “şair çiçekleri derleyen ile karşılaştırılabilinir, hâlbuki filozof, çiçeklerin özünü, esasını getirene benzer.”[6]

Filozoflar-şairler ya da filozoflar-yazarlar hayatın derinliklerinde yüzmeye çalışırlar. Filozoflar, yazarlar, şairler gökyüzü; okurları denizdir. Dışarıdan ayrı iki şey gibi gözükse de aslında her ikisi de mavidir ve kitaplarda iç içedir. Filozofun en güçlü silahı düşüncesi iken; şairin en güçlü silahı kelimeleridir. Yeri gelir şairler bazı gecelerde karanlıklarını aydınlatmak adına şiirlerini yakarlar. Oysa yanan sadece şiirleri olmamıştır. Bununla beraber umutlarını da yakıp dizelere küllerini savururlar… Tüm bunlar dışında felsefe tarihi okunarak filozof olunmaz. Aslında filozof olmak da, bir ressam gibi bir müzisyen gibi ya da bir şair gibi yetenek ister. Ressamın yeteneği ellerinde, müzisyenin yeteneği sesinde, şairin yeteneği kelimelerinde iken; filozofun yeteneği de (doğuştan olabilecek) düşünme yeteneğidir.

Felsefede yer alan yeteneğin Arthur Schopenhauer da ancak doğuştan geleceğinden söz edilir. Şair, kelimelerini bir ok gibi dizer. Bu okları yay-a almak okurun işidir. Ve Schopenhauer, şöyle der: “Bütün erotik şiirlerin yüce türünün malzemesini sağlayan, dolayısıyla o (şiir) dünyevi her şeyin üzerinde uçan aşkın metaforuyla yükselir.” [7] Buradan da çıkarılacak şey çoğu şiirlerin ‘aşk’ metaforuyla yükseldiğidir. Şiir dünyanın üzerinde olan, her şeyin üzerinde uçar. Filozof ise ayağı yere basar hayal âleminde değil, hakikat peşinde koşar. Aslında şiir kabiliyeti gençlikte tomurcuklanıp yetişkinlikte açar. Bir kimsenin gençliğinde şiir daha çok ağır basar. Kişi yaşlandıkça bu eğilim zamanla kaybolur yerini düz yazıya bırakır.

Sonuç olarak, hayatın içinde yer alan felsefe ve edebiyat kalıntıları yeri geliyor karşımıza bir sokaktan geçerken ya da bir manzaraya bakarken karşımıza çıkıyor. Felsefe doğanın içinde edebiyat da doğa ile el eledir. Felsefe ile edebiyatın ‘aşk’ konusunda birleştiğini görmek gereklidir. Şimdiye kadar birkaç filozof dışında hiç kimse ‘aşk’ konusuyla ilgilenmemiştir. Deli filozoflar aşka da kafa yormalıdır tıpkı aşka âşık şairler gibi… Kimi insanlar bir düşünceye, kimileri bir şiire âşıktırlar. Ben de yalnızlığıma aşığım. Yalnızlıkta parlayan bir ışık misali…

Şairler ışığın yönünde, filozoflar ışığın kökünde yer ederler ve her ikisi de kendilerini iyi bilirler. Filozofların deliliği düşünme heyecanından gelir. Deli olarak nitelendirilen filozoflar koca evrenin nereden geldiğini sorgularken, kendilerini akıllı sananlar akılsızlığı ile kalır, asla yol kat edemez.
En nihayetinde felsefe ile edebiyat hayattır. Felsefesiz ve edebiyatsız yaşayan toplumlar hayatlarını kaybetmişlerdir. Bize düşen tek şey hayatlarını kaybeden toplumların üzerine bir avuç toprak da bizim atmamız gerektiğidir.



[1] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay. 1999, İstanbul, s.332
[2] Arthur Schopenhauer, Üniversiteler Ve Felsefe, Say Yay. 2018, İstanbul, s.39
[3] Erasmus, Deliliğe Övgü, Kabalcı Yay. 2002, İstanbul, s.26
[4] İlhamları
[5] Arthur Schopenhauer, Üniversiteler Ve Felsefe, Say Yay. 2018, İstanbul, s.15
[6] Arthur Schopenhauer, Üniversiteler Ve Felsefe, Say Yay. 2018, İstanbul, s.15
[7] Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği, Ayrıntı Yay. 2019, İstanbul, s.50


KAYNAKÇA

·         Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği
·         Arthur Schopenhauer, Üniversiteler ve Felsefe
·         Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü

·         Erasmus, Deliliğe Övgü

WITTGENSTEIN FELSEFESİNDE DİL VE DÜNYA İLİŞKİSİ

  "Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler." Wittgenstein Ludwig Wittgenstein’ın, dil felsefesi bağlamındaki görüşlerine biz...