Sanata
bir deniz üzerindeki ufuk çizgisi gibi uzun ve farklı gemilerden bakacak
olursak ilkin Antik Yunan kıyılarında ve Platon’un eserlerinde gördüğümüz üzere
Sokrates’in felsefeyi tartışarak çarşıda ve pazarda yaptığını görürüz. Platon,
felsefeyi Akademia Okulu’nda, Aristoteles ise çok sonra felsefeyi kendi
okulunda, yani Lise’de yapmıştı. 18. yüzyılda dönem değişince, modern
filozofların da düşünceleri değişmiştir.
Modern
dünyanın sanat anlayışında ya da 18. yüzyılda da İskoçya, Almanya, İngiltere’de
‘güzel’ meselesi incelenmiştir. Antik
Yunan dünyası, teorik olarak düşünüyordu ve akıllarına gelen her soruyu
incelemeye çalışıyorlardı. Modern dünyada ise felsefenin genel olarak etkisi
olmuştur. Teorik yaklaşım da mevcuttu fakat arka planda yer almıştır. Yani
başka bir deyişle teorik olan pratik olandan ayrılamazdı. 18. yüzyılda
Fransa’da sorulan soru şu olmuştur: Onun veya o şeyin gerçekten güzel olup
olmadığına kim karar verecek? Otorite sahibi, sanatın içinde bulunan ve
kendileri de üreten kimseler cevap verebilirler. Bu makaleyi söz konusu olan
soruyu açmak, uygarlık-bilim ve bilim-sanat arasındaki ilişkiyi ve Rousseau
için bilim ve sanatın ahlak penceresindeki yerini göstermek amacıyla kaleme
almaktayım. Antik Yunan dünyasından bağımsız bir şekilde modern dünyada
Rousseau’nun izlerini takip etmeye başlayalım…
Modern Dünyada Fransız Aydınlanması
Günümüzde
uygarlık denilince bir ülke veya toplumun maddi ve manevi varlıklarının, düşünce,
sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamı akla düşer. Dolayısıyla uygarlık
kavramının içerisinde bilim ve sanatı da barındırdığı açık bir şekilde görülür.
Modern dönemde modern sanat anlayışının tartışıldığını da görmekteyiz. Gerek
Diderot olsun gerek Voltaire ya da farklı filozoflar olsun her şekilde Fransız
Aydınlanmasında tartışmaların içinde oldukları açıktır.
Modern
dönemde sanatın tartışıldığı yerlerden bir tanesi yeni kurulmuş sanat
akademileri olmuştur. Bir diğeri özel salonlardır. İmkânı olan insanlar,
yemekler ve davetler veriyorlardı. Bu davetlere politikacıları, sanatçıları,
filozofları, tüccarları davet ediyorlardı. Elbette ki bunu özellikle
entelektüelleri bir araya getirmek için yapanlar da vardı… Son olarak sanatın
tartışıldığı yerlerden diğeri ise kafeler olmuştu. Kafe kültürü özellikle
Fransız Aydınlanmasında ön plana çıkmıştı. Kafelerin iki işlevi mevcuttu:
Bunlardan bir tanesi iş görüşmeleri yapan insanlar kafelerde buluşuyorlardı.
Diğeri ise insanlar kafelerde bir araya gelip birbirlerine sorular sorup
tartışıyorlardı. Söz konusu olan sorular içinde “Güzelliği nasıl tanımlarız?”,
“Duyularla mı ya da deneyci bir açıklama mı lazım, yoksa gelenekselci
yaklaşımla mı güzelliğe yaklaşılmalı?” gibi soruların hepsi tartışmanın
eksenini oluşturuyordu.
Tüm
bunlar dışında daha derine indiğimizde Fransız Aydınlanması denilince genelde
“felsefe ile dini karşılıklı oturtma” anlamı gelmektedir. Oysa o dönemde
topluma din rengini vermiştir. Daha önceki soruları yeni tarzda cevaplamaya
çalışmışlardır. Perspektifleri insan aklını kullanmak ve deneyimden hareketle
sorunları çözmeye çalıştıklarından dolayı Hristiyan kültürle çatışmaya giriyor
gibi görünmektedir. Fransız Aydınlanması genel olarak Hristiyanlık veya din
karşıtlığı değildir. Din ve gelenek eleştirisinde en ileri giden filozoflar
mevcuttur.
Aydınlanma
her nerede ve nasıl olursa olsun kendi adına düşünme gücüdür ve üç konusu
vardır. Bunlar, ‘iyi, doğru ve güzel’dir. Makalemde ön plana çıkacak olan
kavram ‘güzel’ kavramı olacaktır. Bu noktada modernlerle eskiler arasındaki
temel farka baktığımızda eskiler olarak tanımladığımız taraf tarihe bakarken
bir bozulma görüyordu. Modernler tarihte bozulma değil, ilerleme görüyorlar.
Modernler için kendimizi kendi çağımızın içinde ifade etmemiz gerekmektedir.
Öyle ki bu durumda biz kendi sesimizi ortaya koyacağız. Aynı zamanda modernler
klasikleri ciddi bir şekilde eleştirmiştir. Örneğin, Rousseau, modern dünyanın
bozulmuşluğunu ‘gizleyen maske’ gibi söyler.[1]
Fakat modernler nezaketi ve kibarlığı överler.
Rousseau’da Uygarlık, Bilim ve
Sanat
Rousseau’nun
sanat anlayışından önce onun Fransız Aydınlanmasındaki yerine bakacak olursak
bu dönem içinde Rousseau yumuşak ve duygusal bir deizm savunuculuğu
içerisindedir. Rousseau moral, duygu ve vicdanı bir Tanrı inancına bağlamıştır.
Deizmin ana konusuna sadık kalmıştır.[2]
Dolayısıyla Rousseau akılcı deizmine romantik bir anlayış katmıştır.
Rousseau’ya göre insanda doğuştan mevcut olan iyilik ve adalet duygusu sonradan
kötülüğe ve eşitsizliğe kaymıştır. İşte tam da bu noktada Rousseau’nun İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı
eserine işaret edilebilir.
Fransız
Aydınlanması dönemindeki görüşleri ardından Rousseau’nun sanat ve ilim
üzerindeki görüşlerine adım atmak yerinde olacaktır. Rousseau kaleme aldığı Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev adlı
eserinde sanat görüşünü gökyüzünün bulutsuz ve saf açıklığı gibi açık bir
ifadeyle ortaya koymuştur. Bu eseri okurken “Bilimlerin ve sanatların gelişmesi
ahlâkın düzelmesine mi yoksa bozulmasına mı yardım etmiştir?” sorusunu sürekli
göz önünde bulundurmak gerekir –ki Rousseau bu soru ile eserine başlar. Söz
konusu incelenecek olan soru, dağ kadar büyük ve okyanus kadar derin bir
problemdir. Ahlak meselesinde Rousseau’ya göre bir çelişki vardır. Bu çelişki
aslında dürüstlük ve erdem arasında mevcuttur. Rousseau’ya göre erdem ile
dürüstlük kavramı çelişmektedir. Rousseau şöyle yazar: “İyi insanların
dürüstlüğe verdikleri değer bilginlerin bilime verdikleri değerden daha
yüksektir.”[3]
Rousseau’ya
göre, insanların doğru yola girmesi için bir devrim gerekliydi; o devrim ise
edebiyattı. İnsanlar yazmaya başladı, ardından edebiyatı bilimler izledi.
‘Yazmak’ sanatından sonra ‘düşünmek’ sanatı doğdu Rousseau için… Düşünce ile
beraber birçok şey değişti. Kimi insanlar derinlemesine düşünerek teknolojiyi
uç noktaya taşıdı. Bilim gerek teknoloji, gerek sanayileşme, gerek üretimle
beraber üst noktaya yavaş yavaş tırmanıyordu. İhtiyaçların doğurduğu kral
tahtlarını bilim ve sanatlar güçlendirmişti. Onlar, “Ey dünyanın egemenleri!
Sanata yeteneği olanları sevin, sanat için çalışanları koruyun! Ey uygar
milletler! Bilimleri ve sanatları besleyin.” şeklinde vurgular yaparak bilim ve
sanatların gücüne güç katmışlardır.
Rousseau
eserinde uygarlık üzerine eleştirilerde de bulunur. Uygarlığın bilim ve sanatla
ilişkisi ön plana çıkar. Ona göre uygarlık birbirini umursamayan insanların
birbiri üzerinden yükselmesi üzerine oluşan paradokstan oluşur. Uygarlığın
temel yapı taşlarından olan sanat ve bilim doğal eğilimlerinden olan şeylerdir.
Başka
bir pencereden baktığımızda samimiyetsizlik ve ruhsuzluk Rousseau’nun
vurgulayıp yakındığı terimlerdir. Rousseau şöyle der: “Hep nezaket gerekleri,
kibarlık zorunlulukları içerisindeyiz. Hep âdetlere, kurallara uymaktayız. Hiç
kendi ruhumuza uyduğumuz yok. Kimse olduğu gibi görünmeye cesaret edemez
olmuş…”[4]
Mevlana’nın sözü de bu noktada kulaklarımda çınlamakta: “Ya olduğun gibi görün
ya da göründüğün gibi ol…” Rousseau’nun tüm bunları söylemesinin nedeni ise
toplum denilen sürüyü meydana getiren insanlar hep aynı şeyi yapıyorlar. Olduğu
gibi görünmeyip göründüğü gibi de olmamakta ısrar ediyorlar. Dolayısıyla,
samimiyetsizlik nezaketin temelinde yer etmiş durumdadır. Rousseau için,
uygarlığın getirmiş olduğu nezaket anlayışı büyük bir şekilde gizleniyor.
Uygarlıkla,
medeniyetle birlikte insanlar birbirleri arkasından işler çevirmekte, kuyular
kazmaktadırlar. Kimi insanlar vardır ki karşısındaki insanı çıkmaz sokakta
bırakıp “Yolun açık olsun!” diyebilme samimiyetsizliğine sahipler. Yapmacık
hareketler ve gülüşlerin ardı arkası kesilmez… Rousseau’ya göre artık tüm bu
arkadan iş çevirmeler biçim değiştiriyor. Erdemsizliğin yerini ince erdemsizlik
alıyor. Küçük bir örnek verecek olursam: Sevmediğimiz bir insana doğrudan
saldırırız çoğu zaman. Fakat uygarlıkla birlikte arkadan saldırmaktayız. İşte
tam olarak bu noktada samimiyetsizlik söz konusu oluyor. Kabalığın yerini ince
bir erdemsizlik alıyor…
Sonuç
olarak baktığımızda bilimler ve sanatlardaki ilerleme mutluluğumuza bir şey
katmamış, ahlâkımızı bozmuş, bu yüzden zevkimizi de berbat etmiştir. Renkler ve
zevkler üzerine geriye eser kalmamıştır. Uygarlığın samimiyetsizliği her
pencereden içeri girmiş, bilim ve sanatları da kaplamıştır. Dolayısıyla 18.
yüzyıldan günümüze baktığımızda şu soruyu sormam yerinde olacaktır: Uygar olan
uygarlıklar, bilimler ve sanatların değerinin farkına ne zaman varacaklar ve
ahlaktan ne zaman ayrılacaklardır?
KAYNAKÇA:
·
Jean Jacques Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev
·
Ahmet Cevizci, Felsefe Ansiklopedisi
·
Ahmet Cevizci, Aydınlanma Felsefesi
[1] Jean J.
Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, TR İş Bankası Yayınları,
İstanbul, 2018, s.11
[2] Ahmet
Cevizci, Deizm, Felsefe Ansiklopedisi, Ebabil Yayınları, Ankara, 2006, s.101
[3] Jean J. Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne
Söylev, TR İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018 s.5
[4] Jean J.
Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, TR İş Bankası Yayınları,
İstanbul, 2018, s.9