26 Ocak 2021 Salı

WITTGENSTEIN FELSEFESİNDE DİL VE DÜNYA İLİŞKİSİ

 


"Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler."

Wittgenstein

Ludwig Wittgenstein’ın, dil felsefesi bağlamındaki görüşlerine bizlere bıraktığı gökyüzünde parlayan iki eserden hareketle bakacağız. Bu eserlerden ilki Tractatus Logico-Philosophicus, yani erken dönem eseri iken diğeri Felsefi Soruşturmalar adlı geç dönem eseridir. Her iki eser de birbirinden farklıdır. Her iki eserde de dil ve dünya ile ilgili benzer sorular vardır fakat verilen cevaplar farklıdır.

Wittgenstein’ın dünya ve dil ilişkisine bakarken Felsefi Soruşturmalar adlı eserinden çok Tractatus Logico-Philosophicus adlı eserinden yola çıkacağız. Wittgenstein, Tractatus döneminde dili soyut bir sistem olarak ele alır. Daha çok dil ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi inceler. Dolayısıyla bu makalede ele alacağım soruların başında, “Dil ve dünya ilişkisi, Wittgenstein felsefesinde nasıl yer eder?” sorusu vardır. Ayrıca, “Wittgenstein’ın Tractatus eserindeki önermeler dünya üzerine neleri ifade etmektedir?”, “Wittgenstein’da “töz” kavramı ne anlama gelir?” sorularını da ele almak Wittgenstein’ın felsefesini kavramak açısından daha yaralı olacaktır. Söz konusu olan eser, önerme önerme ve adım adım ilerlediği için eseri hemen anlamak oldukça zor olacaktır. Biz bu eseri ele alırken ancak üst önermelerle birlikte düşündüğümüzde anlam kazanacaktır. Dolayısıyla şimdi düşüncelerle dolu metindeki tümceleri kaleme alıp düşünce yolumuza adım atalım.

 

Wittgenstein’ın Önermelerinde Dünya

Wittgenstein, Tractatus eserinde düşüncelerini yedi tez içerisinde ifade etmiş ve kitabın genel olarak bütünü bu tezlerin açıklamasından oluşmuştur. Öyle ki yukarıda ifade ettiğim gibi son önermenin bile önceki önermelerle ilişkili olması bizleri şaşırtmamalıdır. Eserde dünya üzerine vurgulu olan önermeler şöyledir: “(1) Dünya olduğu gibi olan her şeydir. (1.1) Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil. (1.11) Dünya olgular yoluyla belirlenir ve şu yolla ki, bu bütün olgulardır. (1.12) Çünkü olguların toplamı, neyin olduğu gibi olduğu, aynı zamanda da bütün nesnelerin olduğu gibi olmadığını belirler. (1.13) Mantıksal uzam içindeki olgular, dünyadır. (1.2) Dünya, olgulara ayrılır.”[1]

Yukarıda yazılan önermelerin üzerinde durmak Wittgenstein’ın ‘dünya’ üzerine söylemlerini anlamamızda fayda sağlayacaktır. İlkin, “(1) Dünya olduğu gibi olan her şeydir.” önermesi “Dünya, duyulara hitap ettiği şekildedir.” şeklinde de ifade edilebilir. Dünyanın kendi kendisine has bir iç mantığı, iç yasası vardır. Söz konusu olan ‘dünya’ kavramı evrene ya da doğaya eşittir. Doğal dünyada işleyişin bir öznesi yoktur. Doğa öznesi olmayan bir öznedir. Diğer yandan sonraki önermeye baktığımızda önermede ifade edilen “olgu” kavramı anahtar kelimedir. “Dünya olguların/gerçekte olan şeylerin toplamıdır, nesnel şeylerin değil.” demek ister Wittgenstein. Dünya, şeylerin toplamı olsaydı dünya nesnel şeylerin toplamı olurdu.  Dolayısıyla Wittgenstein’a göre, dünya, var olan şeyler arasındaki ilişkilerin (Alm. der Tatsachen) toplamıdır, nesnel şeylerin (Alm. der Dinge) toplamı değildir. Dünya, dünyada var olanların birbirleriyle ilişkileri toplamıdır. Söz konusu olan ilişkisellik içseldir ve her şey her şeyle ilişkilidir. Benzerlik ve farklılık söz konusudur. İlk önermede olduğu gibi olan şeyin kaynağı şeyler arasındaki ilişkidir. Wittgenstein için var olan benzerlik ve fark dünyayı hareket ettirendir.

Üçüncü önerme ise dünyayı ilişkilerin belirlediği ve dünyanın bütün bu ilişkilerden oluştuğudur. Gerçekten var olan şeylerin birbirleriyle ilişkisinden söz eder. Yeter-sebep ilkesi belirtilmemiş olsa da bu önermenin altında yeter-sebep ilkesi yatar. Dünya olgular yoluyla belirlenir. Dolayısıyla dünya belirsiz değildir. Yani, dünyadaki ilişkilerin toplamı dünyayı dünya yapar. Dünya zorunluluğa tabidir ve bu zorunluluk da harekettir. Sonraki önerme şudur: “(1.12) Çünkü olguların toplamı, neyin olduğu gibi olduğu, aynı zamanda da bütün nesnelerin olduğu gibi olmadığını belirler.”[2] Yani, var olanlar kastedilir. Örneğin var olan vücuda gelmiştir, ondan dolayı vardır.

Bu noktadan sonra, bir sonraki önermede “(1.13) Mantıksal uzam içindeki olgular, dünyadır.” diyerek Wittgenstein yeni bir boyut kazandırır. Yani, dünya, mantıksal mekânda gerçekten olanlardır. Başka bir deyişle, dünya mantıksal uzamda gerçekten var olanlardan ibarettir. Mantıksal mekân ile gözümüzü ontolojik düzlemde olanın epistemolojik yansımasına, mantıksal alanına geçmiş bulunduk. Bu noktada nesnel olan öznel olana tamamlanıyor. Ve tüm bu önermelerden sonra Wittgenstein şu önermeyi ekliyor: “(1. 2) Dünya, olgulara ayrılır.” Burada Wittgenstein’a göre dünya, gerçekten var olanlara ayrılır ya da çözülür. Analitik bakış açısı mevcuttur. Yukarıda var olanların bütünü nasıl oluşturduğuna bakıyorken burada var olanları çözücü ve analizci bakış açısıyla ele almaktadır.

Şimdiye kadar dünya üzerine ele aldığımız önermelerden de açıktır ki Wittgenstein Tractatus eserinde oldukça büyük, düşünce ve anlam yüklü bir sistem oluşturmuştur. Tractatus’ta dil-dünya ilişkisi çerçevesinde öncelikle dünyanın yapısını anlamak gerekmektedir. Çünkü Wittgenstein’ın dilin karşısına koyduğu dünya onun felsefi sitemini oluşturmasında çok önemli bir yere sahiptir.[3] Bu açıdan baktığımızda Tractatus’ta oluşturulan dünya tasviri ya da betiminin nasıl olduğuna bakılmalıdır. Yukarıda kaleme aldığım ilk önermeler bize dünyanın, doğanın ya da evrenin nasıl bir şey olduğunun bilgisini verir. Dünya, olduğu gibi olan her şeydir ve dünya olguların toplamıdır. Wittgenstein, dünyayı şeylerin (nesnel şeylerin) değil de, olguların toplamı olarak ele alır.

Tek tek şeylerin varlığı Wittgenstein’a göre anlamsız kabul edilir. Peki, tek tek şeylerin varlığı anlamsız ise onu bilmek neden önemlidir? Bu sorunun cevabını Wittgenstein şöyle verir: Şey için özsel olan, bir şey durumunun oluşturucu öğesi olabilmektir. Şey demek, aynı zamanda yalın olan demektir. Bölünemeyen, parçalanamayan, çözülemeyen demektir. Kısaca ifade etmek gerekirse bu tözdür. Bu noktadan itibaren töz konusuna Wittgenstein’ın perspektifinden ve önermelerinden hareketle bakmak bize yarar sağlayacaktır.

(2.021) Nesneler Dünyanın Tözünü Oluştururlar[4]

Töz problemi, felsefe tarihinin en önemli problemlerinden biridir ve Wittgenstein da bu problemin farkındadır. ‘Töz’ kavramını genel anlamıyla ifade etmek gerekirse ‘bir şeyi o şey yapan şey’ denilebilir. Başka bir anlamı ise öznede olmayıp kendinde var olan, yani, bağımsızca kendi içinde var olan şeydir. ‘Töz’ kavramı, Antik Yunan düşüncesinin ansiklopedik kafası Aristoteles’ten modern felsefeye kadar tartışılagelmiştir. Basitçe ifade etmek gerekirse; iki adet aynı cinsten meşe fidanı elimizde olsun. Bu iki fidanı ektiğimizde ikisi de meşe ağacı olabilir fakat ikisi aynı meşe ağacı değildir. Dolayısıyla her ikisinin tözü farklıdır. Meşe ağacını meşe ağacı yapan şey diğer meşe ağacından farklı olarak yer eder…

Peki, ‘Töz’ kavramına düşünürlerin yaklaşımı nasıl olmuştur? İlkin, Aristoteles bu kavramını anlamını Metafizik adlı eserinde şöyle açıklar: Töz sözcüğü, 1) Toprak, Ateş, Su ve bütün benzeri şeyler gibi basit cisimler; genel olarak cisimler ve hayvanlarla tanrısal varlıklar gibi onlardan meydana gelen şeyler; nihayet bu cisimlerin kısımları anlamına gelir. Bütün bunların töz diye adlandırılmalarının nedeni, onların bir öznenin yüklemi olmamaları, tersine diğer her şeyin kendilerinin yüklemleri olmasıdır. 2) Bir başka anlamda, ruhun hayvanın varlığının nedeni olduğu gibi, doğaları bir öznenin yüklemi olmamaktan ibaret olan şeylerin varlığının nedeni olan her şey de tözdür. 3) Sonra bu tür varlıklarda bulunan, onları sınırlandırıp bireysel varlıklar olarak ortaya koyan, ortadan kalkmaları, bütünün ortadan kalkmasını doğuran kısımlar da tözdür. 4) Nihayet tanımda ifade edilen öz de her şeyin tözü olarak adlandırılır. O halde tözün iki anlamı vardır: A) Töz, bir yandan, en son dayanak, başka hiçbir şeyin yüklemi haline getirilemeyendir; B) Töz, öte yandan, özü bakımından ele alman birey olarak, (maddeden) ayrılabilen şeydir, yani her varlığın yapısı veya formudur.”[5]

Antik Yunan düşüncesinden modern felsefeye doğru uzandığımızda René Descartes, “cogito ergo sum”dan önce “Var olanların varlığından şüphe edebilir miyim, edemez miyim?” şeklinde düşünmeye başladı. Ardından her şeyden şüphe edip şüphe ettiğinden şüphe etmedi ve önce Tanrı’nın varlığını ardından ben’in varlığını ortaya koydu. Descartes, Meditasyonlar adlı eserinde “Tözü düşündüğüm zaman var olmak için kendinden başka hiçbir şeyin varlığına muhtaç olmayan bir şeyi düşünüyorum. Açık söylemek gerekirse böyle olan yalnız tanrıdır…”[6] Diğer bir düşünür Spinoza’ya göre töz, Ethica’da şöyle vurgulanır: “Töz (cevher) deyince şunu anlıyorum; kendi başına var olan ve kendi başına kavranan şeyi yani kavramı başka bir şeyin kavramını kuşatmayan şeyi anlıyorum…”[7] Dolayısıyla bu noktadan hareketle şunları söylemek mümkündür: Spinoza’ya göre töz tektir ve töz, doğa ve Tanrı birbirine eşittir.

20. yüzyıl modern düşünürü Wittgenstein, ‘töz’ kavramının varlığını kabul eder ve mantıksal düzlemde töz problemini çözmeye çalışır. Wittgenstein, Tractatus’ta 2. 02 numaralı önermede “Nesne yalındır.” der. Yani, Wittgenstein -nesne yalındır- diyerek aslında nesneyi atom olarak ya da başka bir deyişle temel yapı taşı olarak düşünüyor. Bir bakıma bu nokta Leibniz’in ‘monad’ları gibi görünüyor bizlere.  En yalın o’dur. Ondan daha yalın yoktur. Yalın olan nesne, maddi olandır. Wittgenstein, “dünyanın temel yapı taşı maddidir ve dünyanın yapı taşı maddedir” diye vurguluyor.

Aynı zamanda bir sonraki önermede Wittgenstein şöyle yazıyor: “(2. 021) Nesneler dünyanın tözünü oluştururlar. Bu yüzden bileşik olamazlar. (2. 0211) Dünyanın hiçbir tözü olmasaydı bir tümcenin anlamlı olup olmadığı, başka bir tümcenin doğru olup olmadığına bağımlı olurdu. (2. 0212) O zaman, dünyanın doğru(gerçek) / (Alm. wahr) ya da yanlış (Alm. Falsch) bir tasarımını oluşturmak olanaksız olurdu.”[8] Burada kaleme alınan önermelerde bir şey eğer töz olmaksızın başka bir şeyden oluşuyorsa bunun bizi bir döngüye götürdüğü ifade edilir. 2. 021 ve 2. 0211’deki önermelerde “Dünyanın tözü varsa bir tümcenin anlamı nereden geliyor ve bunun anlamı başka bir tümce ile ilgili ilişkisi bakımından ne anlama geliyor?” sorusuna değinir Wittgenstein. Bu noktada anlatılmak istenen dünyanın tözü varsa -ki var- tümcenin anlamlılığı başka bir tümcenin doğruluğuna bağlı değildir. “Dünyanın tözü yoktur.” dediğimiz zaman aslında dil ile mantıksal mekân ile dünya arasında ilişki kopuyor. Mantıksal olarak bile dünyanın tözünün varlığını kabul etmek zorundayız. Yoksa herhangi bir cümleye anlam yükleyemeyiz. En nihayetinde dile anlam dünyadan gelir.

Tüm bunların yanında Wittgenstein, nesnelerin adlandırılabileceğini fakat ne olduğunun söylenemeyeceğini vurgular.[9] Wittgenstein’ın ‘töz’ anlayışına biraz daha yakından bakacak olursak hemen gözümüze Tractatus’taki şu önerme çarpar: “(2.024) Töz, olduğu gibi olandan bağımsız olarak, olandır. (2. 025) O, biçim (Alm. form)  ve içeriktir. (Alm.Inhalt)[10] Bu önermelerde töz kendi kendisini taşıyandır hem biçimdir hem de içeriktir. Töz kendini madde ve form olarak gösteriyor. Örneğin; elma, elma olduğunda onun içeriğini de biçimini de töz oluşturuyor. Dolayısıyla töz kendisini iki yanıyla (görünen, görünmeyen olarak) gösteriyor. Bu noktada Wittgenstein’ın, dünya ve töz üzerine düşüncelerini noktalayıp dilin yapısına değinmek bizi Wittgenstein’ın dil ve dil felsefesine doğru yaklaştıracaktır.

 

Wittgenstein’da Dilin Yapısı

Wittgenstein’da dilin doğasına değinmeden önce “Dil nedir?” sorusuna cevap vermek yerinde olur. Dil aslında insan için her şeydir. Dil olmadan düşünce olmaz. Düşünülen düşünceyi ifade etmek adına, iletişim kurmak adına dili kullanmak gerekir. Dil ve dil felsefesi üzerine kaleme alınan çalışmalar sadece modern felsefede bulunmaz. Antik Yunan dünyasının önde gelen düşünürlerinden Platon’un Kratylos diyaloğu dil felsefesinin temellerini atmıştır. Platon’un öğrencisi Aristoteles’te ise dil üzerine kaleme aldığı Yorum Üzerine eseri öne çıkar. Bu eserde Aristoteles konuşmayı sembol ve işaretler olarak ele alır ve bu da uzlaşıma işaret eder. Uzlaşım da dil ile gerçekleşir. Dolayısıyla dil üzerine bu tartışmalar 18. yüzyıl felsefesinden modern felsefeye kadar tartışılagelir. 

20. yüzyıl felsefesi düşünürü Wittgenstein, “Dil nedir?” sorusuna iki şekilde cevap verir: Birincisi, ad olarak dil; ikincisi ise felsefi obje olarak dil. Ad olarak dil, belirli bir amaca hizmet eden bir kurum değildir, aksine kolektif bir addır.[11] Wittgenstein’a göre bir dili düşünmek, lengüistik partnerlerimizin hayatına bağlı bir etkinlik biçimidir.[12] Ona göre, kelimeler dünyayı tasavvur etmeye yaramaz fakat bir amaçla dili konuşanların eylemlerini düzenler. Bir dili konuşmak, sembolleri belirli kurallara ve kesin bir amaca göre kullanmaktan ibarettir. Dolayısıyla Wittgenstein, dille belirli bir amacın aracı olarak değil, bir fenomen olarak ilgilenir. Yani, nasıl ki Kant bilenen ile bilinmeyen arasında epistemolojik ayrım çiziyorsa Wittgenstein da dünya hakkında söylenebilecek ve söylenemeyecek arasında ayrım çiziyor.

Tractatus’ta dünyanın en temel öğesi olan nesnenin karşısında dilin temel öğesi olarak ad çıkıyor. Bu ad, nesneyi imler. Wittgenstein’ın deyişi ile nesne onun imlemidir. Vurgulanmak istenen şey şudur: İsim, bir nesnenin anlamıdır. Nesne ise ismin anlamıdır. Yani Wittgenstein şunu demek ister: İsimler temel önermeler halinde bulunurlar ve mevcut konumdaki nesnelere tekabül ederler. Aslında açık ve nettir ki burada Kantçı bir çizgi vardır. Kant’ın kriteri fenomen alanındaki yargılar geçerlidir çünkü duyulara dayanır. Yani, duyusal olan ile duyusal olmayan arasında olan bir kriterdir. Wittgenstein’ın söylenebilir ve söylenemez olan arasındaki kriter ise bir önerme son parçasına kadar analiz edildiğinde -ki en son parçaya indiğimizde isimleri buluruz- eğer o isim dış dünyadaki bir gerçekliğe tekabül ediyorsa o önerme söylenebilir bir önermedir. Eğer o önerme tekabül etmiyorsa söylenemezdir. Yani, en küçük yapı taşının olguya işaret etmesi gerekir. Eğer işaret ediyorsa o önerme doğrudur, eğer işaret etmiyorsa o önerme yanlıştır.

Wittgenstein için basit nesnelerin veya tözlerin bileşemi olumsal olanı gösterir. Ama biz bu bileşimleri analiz edince o en basit nesnelere veya tözlere ulaştığımızda olumsal alandan tamamen sıyrılarak gerçekliğe ulaşırız. Yani, bu, gerçekliği töz olarak almamız gerektiği sonucuna götürür bizi.

Basit şeyler basit oldukları için daha fazla da analiz edilemeyeceğinden basit şeyler tanımlanamaz. Tanımlanamaz olduğu için biz sadece isim verebiliriz. Eğer isimlendirme ya da adlandırma dil ile oluyorsa o zaman dil her zaman ne olduğunu değil, nasıl olduğunu bize gösterir. Bu noktada Tractatus’ta yer alan önermelerden birine işaret edilebilir. O önerme ise şudur: “(2. 0201) Karmaşıklar üzerine her dile getiriliş, bunların oluşturucu ögeleri üzerine olan bir dile getiriliş ile karmaşıkları tam olarak betimleyen tümcelere ayrılabilir.” Bu önermeyi açıklayacak olursak dilin yapısı ile dünyanın yapısı arasında karşılıklı uyumluluk ilişkisi vardır. Dünyayı atomlara kadar ayrıştırabiliyoruz. Aynı şey dil içinde geçerli. Herhangi var olan, mesela bir elma, karmaşıktır. Birçok sayısız yapı taşlarının, nesnenin bir araya gelmesidir. Biz elmayı en basit yapı taşına kadar ayrıştırabiliriz. Tümceleri de en temel yapı taşlarına kadar ayrıştırabiliriz. Dilin analiz edilebilirliği ile dünyanın analiz edilebilirliği arasında bir uyumluluk vardır. Dünyanın ve dilin bir mantığı vardır, hatta dil dünyanın mantığını yansıtır.

Sonuç olarak, dil ve dünya arasındaki ilişkide ‘töz’ kavramı da önemli rol oynar. Wittgenstein dil konusunda sadece genel olarak dil ile sınırlı kalmayıp dilin içindeki tümcelere, imgelemlere ve sözcüklere kadar inmiştir. Wittgenstein’a göre, filozofların çoğunluk soruları ve tümceleri, dil mantığımızı anlamamamıza dayanır. Hatta şunu da ekler Wittgenstein: “Ve şuna da şaşmamalı ki, en derin sorunlar aslında hiç de sorun değildir.

Dolayısıyla dünya ve dil ilişkisi üzerinden dil felsefesini ortaya koyan Wittgenstein için dil çok önemli bir kavramdır. Hatta bütün bir felsefe ona göre dil eleştirisidir. Bundan dolayıdır ki Wittgenstein şunu vurgular:

“(5. 61) Düşünemediğimizi, düşünemeyiz; o zaman düşünemediğimizi söyleyemeyiz de…”[13]


 

KAYNAKÇA

·       L. Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus

·       L. Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar

·       René Descartes, Meditasyonlar

·       Zeki Özcan, Dil Felsefesi III

·       A. Kadir Çüçen, XX. Yüzyıl Filozofları

·       Spinoza, Etika

·       Aristoteles, Metafizik

 



[1] L. Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus (Çev: Oruç Aruoba), Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s.15

[2] L. Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus (Çev: Oruç Aruoba), Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s.15

[3] A. Kadir Çüçen, XX. Yüzyıl Filozofları, Sentez Yayınları, Ankara, 2016, s. 692

[4] L. Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus (Çev: Oruç Aruoba), Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s.19

[5] Aristoteles, Metafizik (Çev: Ahmet Arslan), Divan Yayınları, İstanbul, 2019, s.288

[6] R. Descartes, Meditasyonlar (Çev: Çiğdem Dürüşken), Alfa Yayınları, İstanbul, 2017

[7] Spinoza, Etika (Çev: Hilmi Ziya Ülken), Dost Yayınları, Ankara, 2011, s.295

[8] L. Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus (Çev: Oruç Aruoba), Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s.19

[9] A. Kadir Çüçen, XX. Yüzyıl Filozofları, Sentez Yayınları, Ankara, 2016, s. 693

[10] L. Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus (Çev: Oruç Aruoba), Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s.21

[11] Zeki Özcan, Dil Felsefesi III, Sentez Yayınları, Bursa, 2018, s.61

[12] L. Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar (Çev:  Haluk Barışcan), Metis Yayınları, İstanbul, 2020, s.32

[13] L. Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus (Çev: Oruç Aruoba), Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s.135

 


30 Eylül 2020 Çarşamba

CESARET İÇİNDEKİ KORKAKLIK ÜZERİNE


Günümüzde her şey cesaretten geçmektedir. Cesaret hayata işlemiştir. Hatta sözü edilen cesaret bu yüzyılın baş belasıdır. Cesaret bir kadın üzerinde ya da bir hayvanın üzerinde gösterilmez. Fakat gelin görün ki günümüzde kadın cinayetlerinde, kadın şiddetinde, hayvanları yok etmede bir numarayız. Kendilerini cesur sanan bu insanlar aslında çağımızın en büyük korkaklardır. Çünkü güçleri sadece kadına ya da hayvana yetmektedir. Asıl cesaret güçte değil, akılda yer alır. Bu aklı kullanma cesaretini Aydınlanmacı filozof Kant ile ele alacağım. Bunların öncesinde cesaretin ne olduğuna ve Antikçağ’da cesaretin nasıl bir erdem olduğuna değineceğim…

 

Sokrates’in Cesareti        

 

Böylesine derin bir konuda boğulmamak için cesaret kavramına gitmek gereklidir. Cesaret; [İng. courage] korkuyu, tehlikeyi, acıyı vs. metanet ve tevekkülle karşılayabilme gücü ya da yeteneğidir.[1] Cesaret kesinlikle bir şeyi delicesine yapmak, yani başka bir deyişle kendini tehlikeye atmak değildir. Söz konusu cesaret, korkunun bilgece yönetilmesidir.

İki ayrı cesaret türünden söz etmek mümkündür. Bunlardan birincisi; maddi acı, tehlikeler ve büyük zorluklar karşısında sergilenen fiziki cesarettir. İkincisi ise; ölüm, utanç ya da her türlü bir karşı çıkma konusu karşısında doğru, dengeli ve metanetli bir şekilde eylemde bulunmaktan oluşan ahlaki cesarettir. Her ikisi de büyük önem taşır. Fakat Antik Yunan’da yaşamış Sokrates için ahlaki cesaret ön plandadır. Sokrates’in de söylediği gibi korkusuzluk olmayıp neden korkulup, neden korkulmaması gerektiğini bilmek bizim yaşantımızda cesarete sahip olma da büyük önem taşır.

Sokrates için bilgi erdemle, erdem ise mutlulukla ilişkilidir. Bundan dolayıdır ki Sokrates erdemin ne olduğundan çok, bizi erdeme götürecek şeyleri arar. Ahlaki erdem ile mutluluk arasında bağ vardır. Sokrates, ahlaklı bir kimse olmanın sorgulamaktan geçtiğinden söz eder. “Sorgulanmamış hayat, yaşamaya değer değildir.” [2] der.  “Ben ne diye ahlaklı olayım, ahlaklı olsam ne olacak?” gibi cesaret gösteren fakat asla cesaret içermeyen sorular Sokrates’e göre saçma sorulardır. Çünkü insan olmak için ahlaklı olmak gerekir.  Böyle sorulan sorular insan olmanın anlamını da yok eder. İnsan bu tip soruları kendine olan korkaklığından ve kendi doğasını bilmediğinden dolayı sorar.

Platon‘un, Sokrates’in Savunması adlı eserinde Sokrates’in gösterdiği cesaret açıkça görülür. Bu eser hukuk ve ahlak felsefesi açısından son derece önemlidir. Eserde suçlama şudur: Sokrates’in insanları, gençleri yoldan çıkarıp Tanrı’yı ve dini sorgulaması. Bu eserde “Yaşam, onurlu bir ölüm müdür?” sorusu üzerine de düşünmek gerekir.

Sokrates’in Savunması’ndan hareketle açıkça görülür ki Sokrates’e göre cesaret doğru yerde doğru eylemi gösterebilmektir. Cesaret kesinlikle phronesis[3] ile karıştırılmamalıdır. Çünkü phronesis; hem bilgelik hem de eylem göstermektir.

Tüm bunlardan sonra Sokrates’in Savunması’na geri döndüğümüzde eser şöyle başlar: “Ey Atinalılar!” Burada yine Sokrates’in göstermiş olduğu cesaret açık ve nettir. Sokrates, adaleti devletten değil, halktan bekler. Bundan dolayı mahkemede Atinalılara seslenir. Burada ilerleyen satırlarda sözünü edeceğim Kant’ın kamusallığı söz konusudur. Sokrates aklını kullanma cesareti ile kamusal alana seslenir.

Cesaret ya da güçlü olma durumu kesinlikle bedenin büyüklüğü veya küçüklüğü ile ilgili değildir. Bedenin yok olması Sokrates’e göre önemli değildir. Önemli olan ruhun yok olmamasıdır çünkü ruhun yok oluşu insanı yozlaştırır. Başka bir deyişle ruhun yok oluşu ahlakı da yok eder. En nihayetinde Sokrates’in cesareti doğru zamanda doğru eylemi yapmak olarak yer alır. En temel erdemleri de Sokrates şöyle belirler: Ölçülülük, bilgelik, cesaret, adalet. Bir kimse ölçülü olarak eylemlerini dizginler ki Sokrates buna “Kendini bil!” der. Bilgelik, söz konusu olduğunda iyinin kötüden ayrılması bilgece olacaktır. Cesaret, belirttiğim gibi korkuyu bilgece yönetmektir ve adalet, kişinin adil ve hakkaniyetli olmasıdır.

Cesaret bilgelikten, iyiye ve kötüye ilişkin bilgiden başka bir şey değildir. Bilge insan zorunlu olarak cesurdur çünkü neyin gerçekten iyi olduğunu bildiği için, zorunlulukla daha büyük bir iyiden çok daha küçük bir iyinin kaybını göğüsler.[4] Yalnızca bilgisizler korkaktırlar çünkü onlar bilgisizliğin kahramanı ve ilgisizlik içinde hayatta rol oynarlar.

 

Akıl Çağında Cesaret

 

Aydınlanma ya da Akıl Çağı dediğimiz dönem modern felsefe dönemidir. Bu dönem Descartes’ın “özgür felsefesinin hakiki yeniden canlanmasını” sağlamıştır. Bundan dolayı Aydınlanma dönemi Descartes ile başlar, denilebilir.

Aydınlanmanın en ileri gelen düşünürü Alman Aydınlanmacısı Kant’tır. Kant’ın ve Almanların Aydınlanma için kullandığı terim, fiilen havanın aydınlanması ve mecazen de bir uyku halinden uyanıklık ya da bilinçlilik haline geri dönüş anlamına gelen aufklaren fiilinden gelen Aufklarung terimidir.[5] Sözü edilen bu iki terim ışık metaforundan gelmektedir. Bu ışık, aklın ışığıdır. Elbette ışık metaforu Ortaçağ’da da yer alıyordu fakat oradaki ışık, Tanrı’nın ışığıydı. Aydınlanma’da bu ışık akılla beraber gelir ve etrafı aydınlatır.

Kant’a göre aydınlanmış bir çağda değil, aydınlanmaya giden bir çağda yaşamaktayız. Kant, Copernicus’un yapmış olduğu devrimden hareket eder. Copernicus’un yapmış olduğu devrim astronomi üzerinedir. Kant da felsefede devrim yaptığını vurgular. Copernicus, dünya dâhil tüm gezegenleri yani Yer’i Güneş etrafından döndürdü ve bu, devrim niteliğindeydi. Kant’ta ise, ondan önceki filozoflar hep nesneye baktılar. Kant bunu kırarak özneye dönüp, özneyi merkeze yerleştirdi.

Kant, Saf Aklın Eleştirisi adlı eserinde öznenin merkezde olduğunu açık ve net bir biçimde ifade eder. Akıl son derece trajik bir durumdadır. Kant, bunu aklın trajedisi olarak görür. Yani akıl, yapısı gereği birtakım sorular sorar. Kant şöyle der: “Akıl, öyle sorular tarafından rahatsız edilir ki, onları geri çevirmez.”[6]  Bu sorduğu sorulara aklın kendisi asla tatmin edici cevaplar vermez. Aklın sorduğu sorular, “Tanrı var mı yok mu, evren sonlu mudur sonsuz mu, ruh ölümlü mü ölümsüz mü?” gibi sorulardır. Akıl bu sorulara her iki şekilde de cevap verir.

Kant ile birlikte eleştirel yaklaşım ve eleştiri felsefesi de oldukça gelişmiştir. Kant’a göre, aklın kullanıcıları sadece filozoflar değil, özgür bütün vatandaşlardır. Kant “Aydınlanma Nedir?” isimli yazısında şunları söyler: “Her yandan –düşünmeyin! Aklınızı kullanmayın!- diye bağırıldığını işitiyorum. Subay: Düşünme! Eğitimini yap! Din insanı: Düşünme! İnan! diyor...” Burada söz konusu özgürlüğün sınırlılığıdır.

Tüm bunlar dışında Kant bize yine aynı metinde bir parola da vermektedir: “Sapere Aude!” [7] Bu parolada Kant’ın demek istediği şey “Aklını kullanmaya cesaret et!” Öyle ki bildiğimiz üzere kararlılık ve cesaret birer erdemdir. Kant’a göre kişinin aklını kullanma cesareti göstermemesi ergin olmama durumudur. Ergin olmama durumu çok rahattır. İnsanlar düşünmeyi sıkıcı bulurlar, hatta ergin olmamış kimseler düşünmemeyi düşünürler. Düşünmemeyi düşünmek korkaklıktır, onların bundan haberleri yoktur.

Söz konusu kişilerin akıllarını kullanmaya cesaret etmeleri içten olursa yarım kalır. Aydınlanma için gerekli olan şey özgürlüktür. Aklı, her yönüyle ve her bakımdan özgür bir şekilde çekinmeden kamu önünde cesurca kullanmak gereklidir. Aklı kamu önünde kullanmak dışardaki kişilerin de yararınadır.

Aslında akıl en üst zihinsel yetidir. Herkes kendi zihninde özgürdür. Cesaret kamusallık gerektirir. Kamusal alanda cesurca yargılayan akıl olmalıdır -ki Kant bizlere akıl mahkemelerinin olması gerektiğini ifade eder.

Kant’a göre, cesurca ve bağımsız bir düşünme, kişi için ödevdir…

 

Cesaretli Dünyadaki Cesaretsizlik

 

Buraya kadar Antik Yunan’da Sokrates’in ahlak üzerinden cesaretine, Sokrates’in idamına giden yolun dikenli olup bu yolda acı çekmemenin mümkün olmadığına ve Aydınlanma düşünürü olan Kant’ın eleştiri felsefesi üzerinden özgür bireyler olarak aklımızı kullanma cesareti göstermemiz gerektiğinden söz ettik. Şimdi günümüze dönüp cesaretli dünyada yer alan cesaretsiz kimselere ya da korkaklara değinelim.

Cesaretin güç olduğunu sanan insanlar yanılgı durumundadırlar. Günümüz çağı yaptığının arkasında durmayan insanlarla dolu, bundan dolayı ben bu çağı kötülerin ve korkakların yer aldığı çağ olarak görmekteyim. İnsanlar bir cana ya da bir hayvana kıyacak kadar kötüler.

Burada açık ve net bir şekilde insanlığın öldüğünü görmekteyiz. Hatta Oğuz Atay insanlığın ölümüne dair şunları söyler: “Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur… Küçük yaşta öksüz kalan insanlığa, doğru dürüst bir miras da kalmamıştır… İnsanlığın ölümüyle ülkemiz, boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir.”[8]

İnsan olmak zor bir şey değildir. Bir çiçeği koparmak yerine koklayın, bir kitabı yırtmak yerine okuyun, bir insanı öldürmek –ki en can yakan şey de budur- ya da üzmek yerine değer verin. Değer verdiğiniz takdirde hayatınızda birçok şey değişecektir.

Kadın/erkek cinayetlerini işleyen ya da kadına/çocuğa istismar eden kimselerin dışardaki köpekten farkı yoktur. Dışardaki köpek bile sahibine sadık kalır fakat gelin görün ki insan insana sadık kalamıyor. Sürekli cesareti güç sanıp şiddet uyguluyor. İnsanların en önemli eksiği, düşünmemeleridir. Düşünsel açıdan fikirler çatışabilir ancak kesinlikle fiziksel ya da psikolojik şiddet uygulanmamalıdır.

Her insanın yaşama hakkı vardır. Hatta insanlar şiir gibi okunabilir. Çevremizdeki şiirleri okumak yerine bu şiirleri yok etmenin anlamı yoktur. Şiir gibi insanlar yok edilirse devrik cümleler üzerimize düşer ve oradan bizi kimseler kaldıramaz…

Sonuç olarak son zamanlardaki kadın cinayetlerine bakarak daha çok dikkat edip önlemler almamız gerekirken olduğumuz yerde bekliyoruz. Şiir gibi ya da çiçek gibi insanlar kayıp gidiyorlar ellerimizin arasından… Böylesine kötülüğün ve cesaret içindeki cesaretsizliğin ya da korkaklığın olduğu dünyada nefes alıp veriyoruz. Cesareti üstünlük gibi görüyoruz. Aklı kullanma cesaretini göstermek yerine susuyoruz. Sustukça çığlıklar içinde kayboluyoruz.

Cesaret içinde yer alan korkaklıkla beraber aynı yolda yürüyoruz ve buna yaşamak diyoruz…

 

                                                                                                                      Sunak Dergisi, Sayı:48, 2020




 

 

KAYNAKÇA

 

·         Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü

·         Ahmet Cevizci, Ahlak Felsefesi

·         Ahmet Cevizci, Aydınlanma Felsefesi

·         Platon, Sokrates’in Savunması

·         I. Kant, Arı Usun Eleştirisi

·         I. Kant, Seçilmiş Yazılar

·         Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar



[1] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları, 2017, İstanbul, s.92

[2] Platon, Sokrates’in Savunması, Türkiye İş Bankası Yay. 2017, İstanbul, s.58

[3] Basiret

[4] Ahmet Cevizci,  Ahlak Felsefesi, Say Yay. 2018, İstanbul, s.143

[5] Ahmet Cevizci,  Aydınlanma Felsefesi, Say Yay. 2017, İstanbul, s.14

[6] Immanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, İdea Yay. (Çev: Aziz Yardımlı), 2017, İstanbul, s.15

[7] Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir?”, Seçilmiş Yazılar, Remzi Yay. (Çev: N. Bozkurt), İstanbul, 1984,  s. 243

[8] Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s.256


19 Eylül 2020 Cumartesi

OĞUZ ATAY’IN ROMANLARINDAKİ KARAKTERLER VE VAROLUŞ ÜZERİNE

 


İnsanlığın 21. yüzyılda da etki alanını genişleten en temel problem “varoluş” problemi olmuştur. Varoluş, insanın kendi yaşamını ve kendini sorguladığı bir döngüdür. İnsan sorgulamadığı vakit yaşayan ölüdür. Bu makaleyi kaleme alırken Oğuz Atay’ın eserlerindeki karakterleri ve karakterlerin varoluş mücadelesini vurgulamayı amaçladım. Şimdi varoluş içinde yok olmaya başlayalım adım adım…

Varoluş kelimesinin köküne inmek varoluş problemini anlamamızda biraz daha geniş pencere açacaktır. Varoluş şu iki kelimeden ibarettir: Varlık ve oluş. Varlık, (1) yokluk ya da gerçek dışı olana, (2) görünene veya hayali olana ve nihayet (3) daha önce olmayıp da sonradan vücuda gelene karşıt olarak, var olanı, kendinde olanı ve nihayet kalıcı ve sürekli olanı tanımlar. Oluş ise, yokluktan varlığa, ya mutlak ya da göreli bir geçişi ifade eder. Buna göre de mutlak anlamda oluş, ya yokluktan varlığa ya da varlıktan yokluğa geçişi tanımlar.

Varoluşun kökeni bu şekilde iken varoluşçuluk terimi nasıldır? Bu terimi en güzel şu cümle özetler: “Sartre, Jaspers, Camus, Heidegger ve Marcel gibi düşünürler tarafından geliştirilen, modern dünyanın, özellikle, kitle toplumu üzerinden kendisini gösteren, krizinden beslenen çağdaş felsefe akımıdır.”[1]

Sartre’ın varoluşçu anlayışına göre, eğer Tanrı yoksa –varoluşu özden önce gelen- bir varlık vardır.[2] Marksist estetik kuramından etkilenen Sartre’da, sanatın toplumu özgürleştirici ve insanın hümanist değerlerini arttırıcı bir rolü bulunur. Sartre, ateist hümanist varoluş felsefesini kurar ve buradan hareketle, varoluş özden önce gelir, der. Bunun ise tam olarak anlamı şudur: İlkin insan vardır, insan önce dünyaya gelir, var olur. Daha sonra tanımlanıp, belirlenir ve özü ortaya çıkar.

 

Tutunmaya Çalışanlar Karşısında Tutunamayanlar : Selim Işık – Turgut Özben

 

Oğuz Atay’ın, Yusuf Atılgan’dan etkilendiği söylemek yanlış bir ifade olmaz. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam (1959) romanı; toplumdan kopukluğun, yabancılaşmanın aynı zamanda bir arayışın izlerini tıpkı bir kişinin ellerinde taşıdığı senelerin izi gibi taşımaktadır. Romanın başkarakteri olan C.’nin, yaşamını dört bölümle anlatan bu yapıtta, bir tutamak arayışı söz konusudur.

Aylak Adam, modern insanın huzursuzluğunu ve bir tutamak arayışı içinde olduğunu şu cümlelerle anlatır. “Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı… Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne, işine, sanatına…” [3] Öyle ki bu cümleler modern insandaki huzursuzluğu, günümüz insanının tutamak arayışı ile baş etmek zorunda olduğu, baş etmediği takdirde tutunacak bir tutamağı olmayıp yuvarlanacağı oldukça sade ve yalın halde ifade edilmiştir. Oğuz Atay, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam eserini okuduktan sonra insanın tutamak sorunu kısmı, kendisinin dikkatini çekmiştir ve ardından Tutunamayanlar’ı kaleme almıştır.

Öyle anlar ki oluyor ki insan koca evrende tutunacak bir şeyler istiyor. Yeri geliyor sevgiye tutunuyoruz ya da tutunmaya çalışıyoruz. Sevgiye tutunmak kadar güzel bir şey yoktur. Bir şeye, bir şeylere tutunmak güven veriyor insana. Kişi kendinin güvende olduğunu daha iyi biliyor. Ama an geliyor tutunacak dalımız kalmıyor. Oğuz Atay’ın deyişi ile: “İnanarak dinlememizi güçleştiriyorlar. İnsan her sözü kuşkuyla karşılıyor artık. Gerçekle düş birbirine karışıyor; yalanın nerede bittiğini anlayamıyoruz. Tutunacak bir dalımız kalmıyor. Tutunamıyoruz.”[4]

Oğuz Atay’ın, Tutunamayanlar eserinde iki karakter ön plana çıkar. Bunlardan biri Turgut Özben iken diğeri Selim Işık’dir. En nihayetinde sözünü ettiğimiz bu eser, psikolojik, sosyolojik ve felsefik anlam taşır. Farklı karakterlerin iç dünyasının zenginliği bizi bir dünyadan diğer dünyaya götürür. Atay’ın Tutunamayanlar romanı bir oluşum romanı olarak da çıkar karşımıza… Romanın hemen en başından itibaren insanlarla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Bu noktada baktığımızda “tutunamayanlar”ın karşısında “”tutunanlar”ın olduğu düşünebilir. Bu düşünce Antik Yunan felsefesine kadar uzanıp diyalektik bir gereklilik olarak aklımıza gelmektedir. Selim, Turgut ve Süleyman gibi karakterler tutunamazken, geriye kalan karakterlerin hemen hemen çoğu tutunanları veya toplumun kendileriyle olan uyumunu ifade ederler.

Eserde sıklıkla okuduğumuz karakter Selim Işık’ın arkasında yatan bir şeyler vardır. Yazar, Oğuz Atay, Selim Işık karakterinin arkasına Oscar Wilde, Nietzsche, Freud, Tolstoy gibi düşünürler ile Hamlet ya da Oblamov gibi veya C. gibi karakterleri işlemiştir. Selim’in romanın ilerleyen bölümlerinde intihar etmesi bir yok oluşu göstermez aksine kendi varlığını anlamlı hale getirmesindendir…

Tutunamayalar’da, tutunamayan diğer bir isim ise Turgut Özben’dir. Turgut, eski dostu olan Selim’in ölüm haberini alır. Onu intihara sürükleyen şeyin ne olduğunu araştırmaya başlar ve Selim’in yakın çevresiyle görüşür. Bu konudaki ısrarı Turgut’u kendisiyle yüzleştirir ve içinde bulunduğu aile ve toplumla ters duruma düşmesine yol açar. Dış dünyadan uzaklaşan Turgut, iç dünyasına yönelir. Tıpkı soyadındaki gibi Turgut artık ‘ÖZ-BEN’ine kavuşmak için nereye gittiği belli olmayan bir yola çıkar. Söz konusu olan bu yolculuk kişinin kendini arama yolculuğudur…

 

Tehlikeli Oyunlar: Hikmet Benol

 

Tehlikeli Oyunlar adlı eserde Hikmet Benol karakteri başkarakter olarak çıkar karşımıza… Yaşadığı düzeni terk eden Hikmet, bir gecekonduya taşınır. Hikmet, Sevgi ile evlenmiş ve toplumun beklentileri doğrultusunda iyi bir eş olmaya çalışmıştır. Gecekondu hayatı Hikmet için dış dünyadan sıyrılıp kendi dünyasına sığındığı, kendini bulmaya alıştığı, varlığını sorguladığı kendini gerçekleştirmeye çalıştığı bir hayattır…

Bu noktada aslında farklı bir açıdan bakacak olursak Hikmet’in gecekondu hayatı aslında soyut bir anlam taşımaktadır. Gerçek dünyadan elini eteğini çeken aynı zamanda tasını tarağını toplayan Hikmet, iç ya da zihin dünyasında kendisinin ürünü olan oyunlara dalmıştır. Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar adlı eserinde başkarakterimiz Coşkun şöyle der: “Belki de insanlar oyunları oynuyorlar, hayatlarını birbirine benzer oyunlarla geçiriyorlar.”[5] Dolayısıyla Atay, gerek Hikmet karakteri üzerinde gerekse Coşkun karakteri üzerinde dolsun sık sık kahramanın bilinçaltına inmeye ve bilinçaltı dünyasına eğilmeye çalışmıştır.

Tehlikeli Oyunlar’da, tıpkı iç ses gibi karşımıza Albay Hüsamettin Tambay çıkar. Kendisi Albay emeklisi olup, Hikmet’in iç dünyasındaki oyunlarda ona yardımcı olmaktadır. Hatta bir noktada Albay şunları vurgular: “Oyunlar, oğlum Hikmet, gerçeğin en güzel yorumlarıdır…” Ancak Albay’ın oyunları iyimser oyunlar olarak yer eder. Hikmet çok sonra intihar eder ve Albay, Hikmet’in hayat oyununu yanlış oynadığını düşünür... Oysa asıl doğru olan hayatın ya da doğru olan oyunun nasıl oynandığını ya da nasıl oynanacağını kendisi de bilemez.

Sonuç olarak toparlayacak olursak insanın varoluş içindeki mücadelesi hayatın her yerindedir. Oğuz Atay’ın eserlerine işlenmiş hatta karakterlerine kadar değinilmiş olan insanın tutamak sorunu ya da varoluş arayışı kişiyi kalabalıktan koparıp kendi iç dünyasına bağladığı açık bir şekilde görülmüştür.

Önemli olan şey hayat bir oyunsa, bu oyunu kurallarına göre nasıl oynanması gerektiğini bilmektir. Zira kuralsız oynan her oyun kişiyi bir diyardan diğer bir diyara savurabilir. Son olarak kaleme aldığım bu çalışmayı, Oğuz Atay’ın –Coşkun- karakterine bürünüp Coşkun’un şu cümlesiyle bitirmem yerinde olacaktır:


“Anlamıyorum. Oyun nerede başlıyor, hayat nerede başlıyor, hiç anlamıyorum…”[6]

 

 

 

 





KAYNAKÇA

·         Oğuz Atay, Tutunamayanlar

·         Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar

·         Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar

·         Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü

·         Yusuf Atılgan, Aylak Adam

·         J. P. Sartre, Varoluşçuluk

 



[1] Ahmet CEVİZCİ, Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları, İstanbul, 2017,s.442

[2] J. P. SARTRE, Varoluşçuluk, Say Yayınları, İstanbul, 2016, s.63

[3] Yusuf ATILGAN, Aylak Adam, Can Yayınları, İstanbul, 2019, s.183

[4] Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s.254

[5] Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s.46

[6] Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s.90


WITTGENSTEIN FELSEFESİNDE DİL VE DÜNYA İLİŞKİSİ

  "Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler." Wittgenstein Ludwig Wittgenstein’ın, dil felsefesi bağlamındaki görüşlerine biz...