İnsanlığın 21. yüzyılda
da etki alanını genişleten en temel problem “varoluş” problemi olmuştur.
Varoluş, insanın kendi yaşamını ve kendini sorguladığı bir döngüdür. İnsan sorgulamadığı
vakit yaşayan ölüdür. Bu makaleyi kaleme alırken Oğuz Atay’ın eserlerindeki
karakterleri ve karakterlerin varoluş mücadelesini vurgulamayı amaçladım. Şimdi
varoluş içinde yok olmaya başlayalım adım adım…
Varoluş kelimesinin
köküne inmek varoluş problemini anlamamızda biraz daha geniş pencere açacaktır.
Varoluş şu iki kelimeden ibarettir: Varlık
ve oluş. Varlık, (1) yokluk ya da gerçek dışı olana, (2) görünene veya
hayali olana ve nihayet (3) daha önce olmayıp da sonradan vücuda gelene karşıt
olarak, var olanı, kendinde olanı ve nihayet kalıcı ve sürekli olanı tanımlar. Oluş ise, yokluktan varlığa, ya mutlak
ya da göreli bir geçişi ifade eder. Buna göre de mutlak anlamda oluş, ya
yokluktan varlığa ya da varlıktan yokluğa geçişi tanımlar.
Varoluşun kökeni bu
şekilde iken varoluşçuluk terimi nasıldır? Bu terimi en güzel şu cümle özetler:
“Sartre, Jaspers, Camus, Heidegger ve
Marcel gibi düşünürler tarafından geliştirilen, modern dünyanın, özellikle,
kitle toplumu üzerinden kendisini gösteren, krizinden beslenen çağdaş felsefe
akımıdır.”[1]
Sartre’ın varoluşçu
anlayışına göre, eğer Tanrı yoksa –varoluşu özden önce gelen- bir varlık
vardır.[2]
Marksist estetik kuramından etkilenen Sartre’da, sanatın toplumu özgürleştirici
ve insanın hümanist değerlerini arttırıcı bir rolü bulunur. Sartre, ateist
hümanist varoluş felsefesini kurar ve buradan hareketle, varoluş özden önce
gelir, der. Bunun ise tam olarak anlamı şudur: İlkin insan vardır, insan önce
dünyaya gelir, var olur. Daha sonra tanımlanıp, belirlenir ve özü ortaya çıkar.
Tutunmaya
Çalışanlar Karşısında Tutunamayanlar : Selim Işık – Turgut
Özben
Oğuz Atay’ın, Yusuf
Atılgan’dan etkilendiği söylemek yanlış bir ifade olmaz. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam (1959) romanı; toplumdan
kopukluğun, yabancılaşmanın aynı zamanda bir arayışın izlerini tıpkı bir
kişinin ellerinde taşıdığı senelerin izi gibi taşımaktadır. Romanın
başkarakteri olan C.’nin, yaşamını dört bölümle anlatan bu yapıtta, bir tutamak
arayışı söz konusudur.
Aylak Adam, modern
insanın huzursuzluğunu ve bir tutamak arayışı içinde olduğunu şu cümlelerle
anlatır. “Tutamak sorunu. İnsanın bir
tutamağı olmalı… Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür
gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki
tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi
müdürlüğüne, işine, sanatına…” [3]
Öyle ki bu cümleler modern insandaki huzursuzluğu, günümüz insanının tutamak
arayışı ile baş etmek zorunda olduğu, baş etmediği takdirde tutunacak bir
tutamağı olmayıp yuvarlanacağı oldukça sade ve yalın halde ifade edilmiştir.
Oğuz Atay, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam eserini
okuduktan sonra insanın tutamak sorunu kısmı, kendisinin dikkatini çekmiştir ve
ardından Tutunamayanlar’ı kaleme
almıştır.
Öyle anlar ki oluyor ki
insan koca evrende tutunacak bir şeyler istiyor. Yeri geliyor sevgiye
tutunuyoruz ya da tutunmaya çalışıyoruz. Sevgiye tutunmak kadar güzel bir şey
yoktur. Bir şeye, bir şeylere tutunmak güven veriyor insana. Kişi kendinin
güvende olduğunu daha iyi biliyor. Ama an geliyor tutunacak dalımız kalmıyor.
Oğuz Atay’ın deyişi ile: “İnanarak
dinlememizi güçleştiriyorlar. İnsan her sözü kuşkuyla karşılıyor artık.
Gerçekle düş birbirine karışıyor; yalanın nerede bittiğini anlayamıyoruz.
Tutunacak bir dalımız kalmıyor. Tutunamıyoruz.”[4]
Oğuz Atay’ın, Tutunamayanlar eserinde iki karakter ön
plana çıkar. Bunlardan biri Turgut Özben iken diğeri Selim Işık’dir. En
nihayetinde sözünü ettiğimiz bu eser, psikolojik, sosyolojik ve felsefik anlam
taşır. Farklı karakterlerin iç dünyasının zenginliği bizi bir dünyadan diğer
dünyaya götürür. Atay’ın Tutunamayanlar romanı
bir oluşum romanı olarak da çıkar karşımıza… Romanın hemen en başından itibaren
insanlarla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Bu noktada baktığımızda
“tutunamayanlar”ın karşısında “”tutunanlar”ın olduğu düşünebilir. Bu düşünce
Antik Yunan felsefesine kadar uzanıp diyalektik bir gereklilik olarak aklımıza
gelmektedir. Selim, Turgut ve Süleyman gibi karakterler tutunamazken, geriye
kalan karakterlerin hemen hemen çoğu tutunanları veya toplumun kendileriyle
olan uyumunu ifade ederler.
Eserde sıklıkla
okuduğumuz karakter Selim Işık’ın arkasında yatan bir şeyler vardır. Yazar,
Oğuz Atay, Selim Işık karakterinin arkasına Oscar Wilde, Nietzsche, Freud,
Tolstoy gibi düşünürler ile Hamlet ya da Oblamov gibi veya C. gibi karakterleri
işlemiştir. Selim’in romanın ilerleyen bölümlerinde intihar etmesi bir yok
oluşu göstermez aksine kendi varlığını anlamlı hale getirmesindendir…
Tutunamayalar’da,
tutunamayan diğer bir isim ise Turgut Özben’dir. Turgut, eski dostu olan
Selim’in ölüm haberini alır. Onu intihara sürükleyen şeyin ne olduğunu
araştırmaya başlar ve Selim’in yakın çevresiyle görüşür. Bu konudaki ısrarı
Turgut’u kendisiyle yüzleştirir ve içinde bulunduğu aile ve toplumla ters duruma
düşmesine yol açar. Dış dünyadan uzaklaşan Turgut, iç dünyasına yönelir. Tıpkı
soyadındaki gibi Turgut artık ‘ÖZ-BEN’ine kavuşmak için nereye gittiği belli
olmayan bir yola çıkar. Söz konusu olan bu yolculuk kişinin kendini arama
yolculuğudur…
Tehlikeli Oyunlar: Hikmet Benol
Tehlikeli
Oyunlar adlı eserde Hikmet Benol karakteri başkarakter
olarak çıkar karşımıza… Yaşadığı düzeni terk eden Hikmet, bir gecekonduya
taşınır. Hikmet, Sevgi ile evlenmiş ve toplumun beklentileri doğrultusunda iyi
bir eş olmaya çalışmıştır. Gecekondu hayatı Hikmet için dış dünyadan sıyrılıp
kendi dünyasına sığındığı, kendini bulmaya alıştığı, varlığını sorguladığı
kendini gerçekleştirmeye çalıştığı bir hayattır…
Bu noktada aslında
farklı bir açıdan bakacak olursak Hikmet’in gecekondu hayatı aslında soyut bir
anlam taşımaktadır. Gerçek dünyadan elini eteğini çeken aynı zamanda tasını
tarağını toplayan Hikmet, iç ya da zihin dünyasında kendisinin ürünü olan
oyunlara dalmıştır. Oğuz Atay, Oyunlarla
Yaşayanlar adlı eserinde başkarakterimiz Coşkun şöyle der: “Belki de insanlar oyunları oynuyorlar,
hayatlarını birbirine benzer oyunlarla geçiriyorlar.”[5]
Dolayısıyla Atay, gerek Hikmet karakteri üzerinde gerekse Coşkun karakteri
üzerinde dolsun sık sık kahramanın bilinçaltına inmeye ve bilinçaltı dünyasına
eğilmeye çalışmıştır.
Tehlikeli
Oyunlar’da, tıpkı iç ses gibi karşımıza Albay Hüsamettin
Tambay çıkar. Kendisi Albay emeklisi olup, Hikmet’in iç dünyasındaki oyunlarda
ona yardımcı olmaktadır. Hatta bir noktada Albay şunları vurgular: “Oyunlar,
oğlum Hikmet, gerçeğin en güzel yorumlarıdır…” Ancak Albay’ın oyunları iyimser
oyunlar olarak yer eder. Hikmet çok sonra intihar eder ve Albay, Hikmet’in
hayat oyununu yanlış oynadığını düşünür... Oysa asıl doğru olan hayatın ya da
doğru olan oyunun nasıl oynandığını ya da nasıl oynanacağını kendisi de
bilemez.
Sonuç olarak
toparlayacak olursak insanın varoluş içindeki mücadelesi hayatın her
yerindedir. Oğuz Atay’ın eserlerine işlenmiş hatta karakterlerine kadar
değinilmiş olan insanın tutamak sorunu ya da varoluş arayışı kişiyi
kalabalıktan koparıp kendi iç dünyasına bağladığı açık bir şekilde görülmüştür.
Önemli olan şey hayat
bir oyunsa, bu oyunu kurallarına göre nasıl oynanması gerektiğini bilmektir.
Zira kuralsız oynan her oyun kişiyi bir diyardan diğer bir diyara savurabilir.
Son olarak kaleme aldığım bu çalışmayı, Oğuz Atay’ın –Coşkun- karakterine
bürünüp Coşkun’un şu cümlesiyle bitirmem yerinde olacaktır:
“Anlamıyorum.
Oyun nerede başlıyor, hayat nerede başlıyor, hiç anlamıyorum…”[6]
KAYNAKÇA
·
Oğuz Atay, Tutunamayanlar
·
Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar
·
Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar
·
Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü
·
Yusuf Atılgan, Aylak Adam
·
J. P. Sartre, Varoluşçuluk
[1] Ahmet
CEVİZCİ, Felsefe Sözlüğü, Say
Yayınları, İstanbul, 2017,s.442
[2] J. P.
SARTRE, Varoluşçuluk, Say Yayınları,
İstanbul, 2016, s.63
[3] Yusuf
ATILGAN, Aylak Adam, Can Yayınları,
İstanbul, 2019, s.183
[4] Oğuz
Atay, Tutunamayanlar, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2018, s.254
[5] Oğuz
Atay, Oyunlarla Yaşayanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s.46
[6] Oğuz
Atay, Oyunlarla Yaşayanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s.90
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder