27 Şubat 2020 Perşembe

GÖZLERİN ÜÇÜ BEŞ GEÇE







Gözlerin üçü beş geçe
Bir harita çizimi gözlerin
Eli değmiş Pir-i Reis'in


Gözlerin bir ülke,
Gözlerin bir okyanus
Gözlerim bir yelken sadece üzerinde…

Gözlerin bir bilge,
Gözlerin Sokrates'in ağır adımları
Gözlerim gözlerini gözledikçe

Gözlerin memleket havası
El değmemiş bir çiçek
Ege’ye bakan dağlarda bir menekşe

Gözlerin kuş yuvası
Gözlerin iki yavru
Gözlerim ağzında yem taşıyan bir anne

Gözlerin bir sihir
Okuspokus, abra kadavra ve iksir
Gözlerim büyülenir gözlerine

Gözlerin üçü beş geçe
Gözlerin bir vatan
Gözlerim gözlerine sınırlı bir ülke…

23 Şubat 2020 Pazar

DESCARTES VE VARLIK ANLAYIŞI







İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik düşünme eylemidir. Düşünme eylemi insanın kendi yaşamına sunduğu en önemli özelliktir. Aristoteles, “Düşünmek, düşünmeyi düşünmektir.”[1]der. Düşünmeyi düşününce gerçek anlamda düşünürüz. Descartes ise ‘Felsefenin İlkeleri’ adlı eserinde: “Felsefesiz yaşamak; açmayı denemeden gözü kapalı yaşamaktır.”[2] deyip felsefenin önemini vurgulamıştır. 

Modernizm’in büyük isimlerinden biri olan Descartes, ‘Meditasyonlar’ı yazıp tek tek her şeyi açıklar. Her olaya şüpheci yaklaşıp durumlara Septikler gibi bakar.  Şimdi René Descartes’ın septik yaklaşımına bakalım. 


Septik Yaklaşım


Descartes kendi zamanına kadar, doğru zannedilen ve güvenilen bilgilerin hatalı olduğunu görmüş ve ‘Felsefenin İlkeleri’ adlı eserinde şöyle demiştir: “… Eğer Aristo yeniden dünyaya gelmiş olsaydı o bile bu yazıların kendisine ait olduğunu anlayamazdı.”[3]  İşte Descartes bundan dolayı kendisine öğretilen tüm bilgilerden, hatta matematikten bile şüphe etmiştir. Fakat bu şüphe kendisinde şu şekilde çıkmıştır: “… Sırf kuşkulanmak için kuşkulanan ve kendilerini her zaman kararsızmış gibi gösteren kuşkucuları taklit etmedim, zira aksine tüm çabam sadece emin olmaya ve kayayı ya da kili bulmak için gevşek toprağı ve kumu dışarı atmaya yönelikti.” Yani Descartes’ın şüphesi, Septiklerin ya da şüphecilerin amaç haline getirilmiş şüphesinden oldukça farklıdır.

Descartes şüpheyi, doğru ve kesin bilgiye ulaşmak için bir metot olarak kullanmıştır. Bu nedenle onun şüphesi kendiliğinden doğan bir şüphe değil, düşünülen, istenilen, hakikati aramaya yönelik hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan tam bir şüphe, yani metodik şüphedir. Böyle bir şüpheden sonra ancak mutlak ve sarsılmaz bir hakikate ulaşılmış olacak ve bu hakikat, bilgiye önemli bir temel teşkil edecektir.

Septikler, bilginin mümkün olmadığını savunuyorlardı. Düşüncelerin, duyu organlarının insanı yanıltacağı kanısındaydılar. Her şeyden şüphe edilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Septikler, duyu organımızın bizi yanılttığını ve böylece bilginin mümkün olmadığını söylediler. Çünkü karanlık bir yolda yürürken karşıdan geçen bir kedi gölgesini gözlerim köpek olarak görebilir ya da rüzgârlı bir havada yanımda bir arkadaşımla yürürken rüzgâr uğultusunu bir fısıltı sanıp arkadaşımın bana bir şey söylediğini düşünebilirim. 

René Descartes’ın o ünlü sözünü hepimiz biliriz: “Düşünüyorum, o halde varım!” Ama bu sözün nereden geldiğine dair pek az insanın fikri olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi de René Descartes’ın bu sözünün nereden geldiğini açıklayalım.
  

Cogito Ergo Sum / Düşünüyorum O Halde Varım


İlkin Descartes, bu sözden ‘Metot Üzerine Konuşma’, ‘Meditasyonlar’ adlı eserlerinde bahsetmiştir. ‘Meditasyonlar’ kitabında birinci meditasyonu şudur: “Kuşku duyabilecek şeylere dair.”[4] Birinci meditasyonun skeptik (derin anlamlı düşünce) varsayımları, şimdiye kadar kabul görmüş bütün inanışları açıkça sorgulamıştır. 

İkinci meditasyonu ise: “İnsan zihninin doğasına ve bedenden daha kolay bilinmesine dair.” Descartes burada skeptik hipotezinden zarar görmeyecek tek bir kesinliği umut eder. Ve aradığını şu argümanda bulur: “Cogito Ergo Sum.” / “Düşünüyorum, o halde varım” düşüncesi o kadar sağlam ve güvenilirdir ki en ileri giden skeptik düşünceler dahi onu çürütemezler. Descartes ‘Meditasyonlar’da şöyle akıl yürütmüştür:

“Kendimi dünyada kesinlikle hiçbir şey olmadığına ikna etmiş bulunmaktayım; ne gökyüzü, ne toprak, ne herhangi bir zihin, ne de beden var. Bütün bunlar benim de var olmadığım anlamına gelmez mi? Hayır: Eğer ben kendimi bir şeye ikna edebiliyorsam, var olduğum kesindir. Fakat üstün güçlü ve kurnaz bir hilekâr, bile bile ve devamlı olarak beni yanıltmaktadır. Şayet o beni yanıltıyorsa, bu durumda da var olduğum şüphesizdir. Beni ne kadar yanılgıya düşürürse düşürsün, ben bir şey olduğumu düşündüğüm sürece hiçbir şey olmamamın imkânı yoktur. Her şeyi ayrıntısıyla ele aldıktan sonra varmam gereken sonuç ben, ben varım ifadelerini ne zaman söylersem ya da ne zaman düşünürsem düşüneyim zorunlu olarak doğrudurlar.”[5]

Descartes, geometri ve matematik dâhil her şeyden şüphe etmiş olup sadece şüphe ettiğinden kesinlikle şüphe etmez. Aslında şüphe etmek de bir çeşit düşünmektir. O halde, düşündüğünden şüphe ettiğinden kesinlikle şüphe etmez. Ve ilk temel bilgi açık hakikat olarak “Cogito Ergo Sum (Düşünüyorum, o halde varım.)”ı ortaya koyar. ‘Metot Üzerine Konuşma’da der ki: “- düşünüyorum, öyleyse varım- hakikatinin, şüphecilerin en acayip faraziyelerinin bile sarsmaya gücü yetmeyecek derecede sağlam ve güvenilir olduğunu görerek, bu hakikati felsefenin ilk ilkesi olarak kabul etmeye tereddütsüz karar verdim.” René Descartes, bu konudaki sözlerini şöyle sürdürür: “Bu ilk ilkeyi, Ben-im’i, Ben Varım’ı her söylediğimde veya zihnimde kavradığımda, o zorunlu olarak doğrudur.” [6]
Descartes, böylece kendi varoluşunu yaşantı halinde yakalamaktadır. “Ben varım” fakat ne kadar zaman varım? Düşündüğüm sürece varım. O halde varlık düşünmekle ilgilidir. Hatta Descartes şöyle der: “ Var olmasaydık, şüphe edemezdik. “ 

İlk hakikat "Her düşünen vardır.", "Ben düşünüyorum.", "O halde ben varım." şeklinde bir çıkarımla elde edilmiş olmayıp çıkarımsal bir hakikat değildir. Zaten Descartes, tümdengelimin, kendisinin ‘diyalektikçiler’ dediği mantıkçıların tasım, yani kıyas ile karıştırılmamasını ister. Çünkü ona göre tasım, tümüyle yararsızdır; bilineni bildirmekten başka bir işe yaramaz. Oysa tümdengelim, her zaman değilse bile, bazen sezgi olarak da anlaşılır. O, bu hususta şöyle der: "Yalnızca sezgiyle elde edilen ilk ilkelerden çıkarılan önermeler, bazen tümdengelim yoluyla bilinirler. Fakat bir şeyin bir şeyden yalın olarak çıkarılışı, yine, sezgi sayesinde olur."

Cogito'nun çıkarımsal olduğunu kabul etmek Cogito’nun ilk hakikat olmadığını iddia etmek demek olur ki bu da bütün sistemi tehlikeye düşürür. Şu halde, Cogito, zihni bir sezgi ile kavranan, ilk ve tek fakat zorunlu bir hakikattir. Cogito, bulunan ilk hakikat ve bu itibarla felsefenin ilk ilkesi olmakla kalmaz, aynı zamanda bize hakikatin ölçütünü de verir; çünkü bu ilk hakikat açık ve seçiktir: "Şu halde, açık ve seçik olarak tasavvur ettiğimiz her şey doğrudur."

Böylece var olduğunu kanıtlayan Descartes, bundan sonra Tanrı’nın ve dış dünyanın varlığını kanıtlamaya geçer. İlkin Descartes, Tanrı’nın varlığını şöyle kanıtlar: "Mademki şüphe ediyorum, o halde varım; fakat kendimde bu şüphe denilen eksikliği görmem, bende, tam ve olgun fikirlerinin bulunmasını, dolayısıyla bu fikirlerin biricik anlaşılır nedeni olan Tanrı'nın var olmasını gerektirir; hatta olgun, sözüne sadık, aldatmaz bir Tanrı'nın varlığını gerektirir. Eğer, zihnimin, bir şeye ait olduğunu açık ve seçik olarak gördüğü her şey, gerçekten o şeye aitse, gerçek varlığın bir olgunluk olduğu ve onsuz Tanrı'nın mutlak olgunluğunu tasavvur edemeyeceğim şüphesizdir. Sonuç olarak, Tanrı, gerçekten ve zorunlu olarak vardır. Ancak böyle bir Tanrı, açık ve seçik fikirlerimi garanti ederek, ruhla bedenin gerçek ayrılığını temin eder."   

İkinci olarak, yaptığı Tanrı kanıtlamasında Descartes, Tanrı’nın mükemmelliğine ulaşır. Descartes ‘mükemmellik’ fikrine rastlamış olup kendisinin mükemmel bir varlık olmadığı için bu fikrin kendisine kendisinden gelemeyeceğini söyler. Böyle bir fikrin kendisine ancak mükemmel bir varlıktan gelebileceğini ki bunun da Tanrı’nın olduğunu ifade eder. O halde Tanrı vardır.

Tanrı mükemmel bir varlık olduğu için beni aldatmaz. Zira aldatmak onun şüphe götürmez bir eksikliğine delalet eder. O halde dış dünya da vardır. 

İslam Felsefesi’nde Gazali, ‘cogito’ nazariyesini Descartes’dan çok daha önceleri kullanmış filozoflardan biridir.[7] Descartes, “Cogito  ergo  sum, yani düşünüyorum, o halde varım.” derken Gazali aynı şekilde insanın kendi bilincinin farkında olacağını şöyle belirtir: “… İnsanın kendi varlığında hiç şüphe yoktur. Onun varlığı görünen ceset değildir. Bir kimse gözünü kapayıp, kalıbını (bedenini), gökleri, yerleri ve gözle görülebilen her şeyi unutsa dahi, kendi varlığını zaruri olarak bilir… Kendinden haberi olur…” 

Böylece Descartes ’ın ünlü ‘cogito’ nazariyesinin kök bakımından çok daha öncelere uzandığını söyleyebiliriz. 


Sonuç 


Sonuç olarak, Descartes da şüpheciler gibi davranıp şüphecileri kendi silahları ile vurmuştur. Ve kesin bilgiye ulaşmıştır. Anlaşıldığı üzere Descartes’ın epistemolojisinde Tanrı fikri vardır. Her şey Tanrı‘dan dolayı vardır.  Descartes felsefesinde, bilginin kendi kendini varlık olarak ortaya koyması, yani bilginin kendi içinde ontolojik bir alanının olması söz konusudur. Bu ise ruhun maddeden ayrı bir varlığı olmasını, ruhun başlı başına bir töz olmasını gerektirir. Böyle olunca da bunun temelinde ister istemez Tanrı olacaktır. 

Descartes, “Düşündüğümü ve var olduğumu inkâr edemem.” diyerek bu konuda yanılmadığını ifade eder. Çünkü yanılması mantıksal çelişki olacaktır. Burada en önemli nokta ‘Düşünüyorum, o halde varım’ önermesi ‘düşünen öznenin varlığı’nı ortaya koyan bir sözdür.


Barış ÇOKAZ
Çember Dergisi, 7. Sayı, 2020 










KAYNAKÇA

  • Aristoteles, Metafizik, Divan Kitap, İstanbul, 2017
  • Cogito Dergisi, Sayı:10                                                                      
  • Descartes, Meditasyonlar, Say Yay. İstanbul, 2018
  • Descartes, Felsefenin İlkeleri, Say Yay.  İstanbul, 1989
  • Descartes, Metot Üzerine Konuşma, Say Yay. İstanbul, 2018 



[1] Aristoteles, Metafizik
[2] Descartes, Felsefenin İlkeleri, Say Yayıncılık, İstanbul, 1983, s.33
[3] Descartes, Felsefenin İlkeleri, Say Yayıncılık, İstanbul, 1983, s.36
[4] Descartes, Meditasyonlar, Say Yayıncılık, İstanbul, 2010, s.45
[5] Descartes, Meditasyonlar, Say Yayıncılık, İstanbul, 2010, s.55
[6] Descartes, Metot Üzerine Konuşma, Say Yayıncılık, İstanbul, 2016
[7] Cogito Dergisi, Sayı: 10

16 Şubat 2020 Pazar

ARİSTOTELES’İN 'POETİKA' VE SANATI ÜZERİNE




Aristoteles’in şiir sanatı üzerine yazdığı Poetika adlı eserini inceleyip, kendi Türk Edebiyatımızdaki sanatın ve şiirin yerinin nasıl olduğunu göstermek üzere bu makaleyi ele almış bulunuyorum. Şiir, romandan apayrı yer tutar. Şiir kimi insanı sakinleştirir, ruhunu okşar. Bazı kişileri hüzünlendirirken, bazı kişileri coşturur. Ayrıca şiir bizleri düşündürür, felsefi bir düşünce gerektirir.


Aristoteles, Poetika adlı eserinde taklidi, sanatı, şiiri ele almıştır. Sadece Aristoteles değil, Aristoteles’ten önce Platon da İon adlı eseriyle sanatı tartışır. Şimdi Aristoteles’in eserinden yola çıkarak şiire, sanata, taklide ve tüm bunların edebiyatımızdaki yerine bakalım.

POETİKA VE ESTETİK

Bize haz veya mutluluk veren şeyleri güzel diye ifade edebiliriz. Güzellik anlayışı bir beğeni gücü ile etkilenişin ürünleridir. İnsan herhangi bir eserin güzel olup olmadığını yorumlayabilmelidir. Sanata veya güzele olan eleştiri, eleştiricinin düşünme gücüyle mümkün olacaktır. Bu düşünce sanat felsefesinin sorularını ve izlerini içinde barındırır.

Estetiğe göre güzellik kavramı insanda heyecanı besleyen, heyecan uyandıran bir değerdir. Estetik hazın oluşması kişinin içinin kıpır kıpır olması anlamına gelmektedir. Yeri gelir kişinin içinde kelebekler uçuşur fakat o kelebekleri farkında olmadan öldürür insan.

Antik dönemde insanoğlunun düşünsel evrim sürecinden güç alan estetik düşünce, yorum ve yargıların nedenini araştıran başlıca düşünürler Platon ve Aristoteles olmuştur.

Platon’un bildiğimiz üzere Devlet diyaloğunda “mağara alegorisi” ve “bölünmüş çizgi analojisi” mevcuttur. Sanı dünyası ve düşünsel dünya da olduğunu ifade eder. Hatta Platon “iyi” ve “doğru” yargılarının arasına “güzel” yargısını da ekler. Platon için güzel, ulaşılması gereken bir idealdır. (1) Ayrıca günümüze bakınca her insan önüne gelen birçok şeyi güzel olarak nitelendiriyor. Bunu bu şekilde yapmayıp estetik olanı sorgularsak veya güzele ideal olarak bakarsak o güzelin güzelliği yani estetik tadı damağımızdan asla eksik olmayacaktır.

POETİKA VE SANAT

Sanatta ve edebiyatta önemli bir yer taşıyan Aristoteles’in Poetika adlı eseri şiire kaynaklık eden iki doğal nedenin ne olduğunu bize açıklar.

Birinci doğal özellik, insanın doğuştan taklit etme eğilimidir: yani yeni doğan bir bebek konuşmadan önce konuşmaya çalışır, ebeveynini taklit etmeye başlar. İkinci doğal özellik ise; insanın doğal olarak taklit karşısında aldığı hazdır. Aristoteles: “Öğrenmek sadece filozofların değil, diğer insanların da, daha az pay almakla birlikte, en çok haz aldığı şeydir.” (2) der.

Ancak bu iki doğal özellik de şiire özgü olmayıp, bütün taklitlerde ortaktır. İkinci nedende bahsetmiş olduğu haz, genel olarak taklit karşısında aldığımız haz değildir. Aristoteles, eserinde taklit için şu ifadeleri kullanır: “Taklit etme, insanlarda çocukluktan itibaren doğal olarak ortaya çıkar, insanları diğer hayvanlardan ayıran şey taklit etmeye en yatkın hayvan olmaları ve ilk öğrendiklerini taklit yoluyla öğrenmeleridir.” (3) Aristoteles’in ikinci doğal özellik diye nitelendirdiği şey “taklit araçlarıyla” ilgilidir. Taklit araçları sayesinde öbür taklitlerden ayrılan şiir, kendi içinde de ozanlara karakterlerine bağlı olarak “taklit nesneleri” ile türlere ayrışması olur.

Poetika’da şairin görevi, gerçekten olan şeyi değil, olabilir olan şeyi anlatmaktır. Aristoteles sanatı taklit ile ortaya koyar. Şiir nesneleri taklit ettiği nesneler bakımından 3’e ayrılır:

i)                    Taklit ettikleri nesneler
ii)                  Taklit araçları
iii)                Taklit yöntemleri

Bunların üçü de şiir türlerinin birbirinden ayrılmasının kriterleridir. Aristoteles; Poetika‘da şöyle söyler: “İzleyici veya okuyucu; ya bizden iyi ya bizden kötü ya da bize benzerdirler.” (4) Bunları da şöyle örnekler: “Polygnatos; daha güzel, Pauson; daha çirkin çizerdi. Düz yazı ya da şiirde ise; Homeros daha iyileri, Kleophon daha benzerleri ele alırdı.” (5)

Bunların yanında Aristoteles için sanat; insanda doğal bir evrim olarak gelişir. Şiir yazmamızın nedeni Aristoteles’e göre, yukarıda sözünü ettiğim bu iki doğal nedendir. Herkes taklit eder, taklitten hoşlanır. En nihayetinde okumayı bilmeden yazmayı veya küçükken büyükleri taklit ederek yürümeyi öğrendik.

Aristoteles’te taklit etme araçları mevcuttur. Taklit etme araçlarını; öykü, karakter, düşünce, dil, ezgi, sahne olarak sıralar ve tüm bunları bölüm bölüm işler. Aristoteles, tragedyaya baktığında tragedyanın amacı, duygulardan arınmadır. Sanatın amacını da ahlaki mutluluk olarak görür.

Bu noktada Platon’un İon eserine dikkat çekmek yerinde olacaktır. Şairin görevi Platon’a göre, insanlara bir şeyler öğretmek ve insanların eş seçerken nelere dikkat etmeleri gerektiğidir. Bunun sonucunda, Platon şairleri zanaatı icra eden Sofistler olarak değerlendirir. İon diyaloğunda: “Rhapsodlar, şairlerin tercümanıdır.” (6) İon’un Homeros konusunda iyi konuşmasının sebebi: “Sanat değil ilahi güçtür.” (7) Yani ilahi güce bağlanmıştır.

Platon “mimesis” kavramını çeşitli diyaloglarında kullanmıştır. Platon’a göre nesnelere verdiğimiz isimler birer taklittir. (8) Platon “mimesis” kavramını tam taklit olarak ifade eder. Platon’un Devlet, Şölen gibi eserlerinde de sanatı ele alır. Tam olarak bu noktada Platon’un Devlet eserinin Üçüncü kitabına değinmek yerinde olacaktır. Platon: “Şair bize başkalarının söylediği sözleri, bu sözlerin nerede, nasıl söylendiğini anlattığı zaman yaptığı iş bir anlatmadır sadece. Ama şair bu sözleri söylerken, kendisi değil, bir başkasıymış gibi davranırsa, nedir o zaman yaptığı şey? Bir başkasının yerine geçmek, sözünü bir başkasının kişiliğine elinden geldiği kadar uydurmak değil mi? Peki, bir insan sesini, davranışını bir başkasına uydurmaya çalıştı mı ne yapmış olur? Benzemek istediği kimseyi taklit etmiş olmaz mı? Demek ki Homeros da, bütün şairler de anlatmalarında taklide başvururlar.” der. (9) Platon’un bu sözleriyle sanatı tartıştığını ve mimesis’in bir anlatma aracı olduğunu göstermek istemiştir. Mimesis’in varlığında, özünde aldatmaca ve sandırmaca vardır. (10) Platon, Devlet’in Onuncu kitabında bu özelliği ele almış bulunur.    
   
Önemli olan şey her iki filozofta da ne anlamda kullanıldığıdır. Burada taklit yaratıcılığı barındırıyor mu sorusu akla düşer. Aristoteles’te Poetika ’da “mimesis” kavramına yer verir. Aristoteles’te taklit basitçe bir başkasının yaptığını yapmak olarak ya da bir muhabbet kuşunun ya da papağanın insan sesini taklit ederek konuşması şeklinde yer almaz. Aristoteles’in “mimesis” veya “taklit” dediği şey yaratıcılığı içinde barındıran taklittir. Fakat Platon’da taklit daha çok diğerini öykünme şeklinde gözükmektedir.

Herhangi bir şairin dizesini okuyunca içimizde sakinlik ya da huzur hissedebiliriz. Her dize şairinden bir şeyler barındırır. O şeyi yalnızca gönül gözü ile bakıp, okuyabilenler görebilir.

Aristoteles’te şairin görevi; olabilirliği ortaya koymaktır. Türk edebiyatının nasıl başladığı hangi dönemlerden geçtiğini az çok bilmek mümkündür. Peki, edebiyatımızda “poetik” anlamda şiirin niteliği ve şairler nasıldırlar, taklit var mıdır?

TÜRK EDEBİYATI VE POETİKA

Türk edebiyatında son yarım yüzyılda kullanılmaya başlayan ve daha çok şairlerin şiir anlayışının belirtmek için kullanılan “poetik” sözcüğünün edebiyatımızdaki varlığı çok eski olmamakla beraber, “poetik” olarak tanımlayabileceğimiz metinlerin varlığı daha eskiye dayanır.

·         * Divan Edebiyatı

Uzun yıllara dayanan köklü bir gelenek oluşturan Divan edebiyatı, bir şiir edebiyatı olarak görülürdü fakat şiir üzerine kaleme alınan yazıların azlığı çok dikkat çekiciydi. Divan edebiyatında yoğun Arapça, Farsça kelimeler kullanılıp; kaşlar kalem, kirpikler bir ok, dudaklar ise kiraza benzetilirdi. Eski edebiyatın estetik dünyasını kendine has sistemi içerisinde oluşturan şairler duygularını hayal sistemi içerisinde ifade etmekteydiler. Hayali bir sevgili oluşturup o hayale şiirler yazarlardı.

Divan edebiyatında acı çekmek bir mutluluktu. Çünkü hayallerindeki sevgiliden gelen şey her ne olursa olsun o dönemin şairleri için yaşama sebebiydi. Aristoteles’te olan sanattaki taklit anlayışı Divan’da pek söz konusu değildir. Şairler sürekli hayali sevgiliye övgü temalı şiirler yazmışlardır. Bir örnek verecek olursak; sevgilinin hilâl kaşı âşıklar için bayram ayıdır. Bayram ayı geldiği halde ortalarda görülmeyen sevgiliye Âhmed Paşa:

“Eyyam-ı mâh-ı ıyddurebrü-nüma ol sanem
Hengam-ı büy-ı’uddurgîsü-güşa ol ey sanem”
(11)

beyiti ile; “Artık hilâl kaşını göster de bayram başlasın” demiştir.

·         * Tanzimat Dönemi

Edebiyatımız yönünü Batı’ya çevirmesiyle birlikte diğer türler gibi şiir de yenileştirilmesi gereken bir tür olmuştur. Divan’da kalan ağır dilin yerini saf ve yalınlığa bırakmıştır. Yenileşen şiir, üzerine düşünülen ve tartışılan bir tür haline gelmiştir.

Türk edebiyatında, Tanzimat Devri, Fransız edebiyatını örnek alarak varlığını sürdürmüştür. Bu dönemin sanatçıları, “Batılı gibi düşünmüş, Doğulu gibi yaşamışlardır.” (12) Vatan, millet, hak, hukuk konuları dönemin şairleri olan; Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa tarafından işlenmiştir. Batı’dan yapılan çevirilerle birlikte sanatçılar yeni kavramları da öğrenmişlerdir. Tanzimat devrinde, Namık Kemal Fransa’ya giden bir şairdir. İşte tam bu noktada Aristoteles’in Poetika adlı eserinde de sözünü ettiği sanatta taklit başlamıştır ve bu taklit olumlu anlamda yer almıştır.
Bir örnekten hareketle; Namık Kemal, “Hürriyet Kasidesi” ‘nde:

“Ne gam pür-ateş-i hevl olsa da gavga-yı hürriyet
Kaçar mı merd olan bir cân için meydan-ı gayretten”
(13) der.

Burada şair Batı’dan aldığı ‘hürriyet’ kelimesini de kullanır ve bunun yanında tarih duygusu, hürriyet aşkı ve ferdi kahramanlık da mevcuttur.

·         * Fecri-ati ve Servet-i Fünun Dönemi

Fecri-ati Dönemi’nde topluluğun en önemli ismi modern şiirin kurucusu olan Ahmet Haşim’dir. Ahmet Haşim’in başlıca poetik kabul edeceğimiz şiirleri ve yazıları mevcuttur. Hemen ardından Servet-i Fünun döneminin ünlü şairi Tevfik Fikret, poetik metinleri arasında sembolizm üzerine yazdığı yazılarda oldukça dikkat çekicidir. Tevfik Fikret, ”Haluk’un Amentüsü” adlı manzumesinde; insanlar arasındaki kardeşliğe ve dünya birliğine seslenir. Eserindeki bir beyitte şair, hülyayı hakikate tercihini şöyle ifade eder:

“Evet, hakikati hülyaya hep feda ederim,
Zaman olur ki vücudumdan ayrılır giderim.”
(14)

Tanzimat sonrasında, Türk şiiri, Batı etkisinde kaldığı şiirlerin üzerinden çok zaman geçmiş olmasına karşın poetik anlamda şiir niteliğinde, oldukça önemli bir birikime ulaşmıştır. Sanki Descartes’ın ruh-beden ikilemini andırırcasına bir söylem söz konusudur.

·         * Milli Edebiyat Ve İkinci Yeniciler

Milli edebiyat döneminde, dönemin şairleri dönemin koşullarını ve yaşadıklarını yazarlar. Bu dönemde ulusçuluk ön planda olup, hemen ardından İkinci Yeniciler ortaya çıkmıştır. İkinci Yenicilere ait olan şiir akımının genel özelliklerinde; şiiri diğer sanatlarla yakın ilişkiye sokmuşturlar. Cemal Süreyya, Turgut Uyar, Edip Cansever, İlhan Berk, Ece Ayhan dönemin şairleridir. Burada da yine örnekle yola çıkıyorum. Turgut Uyar bir filozof edasıyla şu dizeleri yazar:

“İkimiz birden sevinebiliriz,
 Göğe bakalım…”
(15)

Bu dizede anladığımız şey; şair muhatabı olan kadınla birlikte bir saadet arayışındadır. Ama bu saadet “evsiz”dir. Şiirin devamı şu şekildedir:

“Bu evleri atla, bu evleri de, bunları da
 Göğe bakalım…”

Burada evler, sokakları karanlık kılmıştır. Oysa şair gökyüzüne bakmaya çağırmaktadır.  Gök şairde apayrı ve kozmolojik bir yer etmiştir. Gök umudun, özgürlüğün sembolüdür. Özgürlük sonsuzluk anlamına gelir. İkimiz birden özgür olabiliriz, sonsuz olabiliriz demek istenmiştir. Şair bu dizeleri söylerken insanın özgürlüğünü sınırlayıcı kılmamıştır.  

Sonuç olarak, edebiyatımızda dönemlerimizi, şairlerimizi, şairlerin şiirinin nasıl yer ettiğini görmüş bulunuyoruz. Şairin görevi, Aristoteles’in eseri olan Poetika‘sında; olanı değil olabilir olan şeyi anlatmaktı. Aristoteles’te sanat taklittir ve bu taklit basit bir şekilde öykünme değil, zihinsel yaratıcı bir eylemdir. Bizim edebiyatımızda da olumlu anlamda Batı’ya olan taklit,  oldukça dikkat çekmiştir ve edebiyatımızda şiir insanın ruhunu etkileyen şeydir. Elbette ki şiirin hamuru insandır. Benim için şiir bambaşka bir şey ifade eder. Yaşanmışlığı, kaleme alıp kelime kelime beyaz kâğıtlara dökmek, insanın kalbine işlemek zor iştir.

Herkes şiir yazabilir mi diye bir soru sorulduğunda şu şekilde cevap vermem mümkün olacaktır: Şiir yazmak için insanı anlamak gerekir. İnsanı anlamayan şiir yazamaz, yazsa da hep bir şey eksik kalır. Şiir yazmak çiçeğe benzer. Çiçek sulanır; şiir, onun yapı taşı olan kelimelerle yaratılır. Çiçeğe bakmazsanız ölür gider, şiire bakmazsanız varlığını yitirir. Çiçeğin kokusunu içimize çektiğimiz gibi şiirden haz almak da bir nevi mısraları içimize çekmektir.

Şair şiirin yaşaması için her gün ölür, dizelere gömülür…


Barış ÇOKAZ
Parrhesia Dergisi, 9. Sayı, 2019

Dipnotlar:

(1): Cevad Memduh Altar, s.13
(2): Aristoteles, s.9 (1448b 13)
(3): Aristoteles,  s.9, (1448b 6)
(4): Aristoteles, s.5, (1448a 5)
(5): Aristoteles, s.5, (1448a 5)
(6): Platon, s.34, (530c 4)
(7): Platon, s.40, (532e 4)
(8): İsmail Tunalı, s.76
(9): Platon, s.83, (393 b,c)
(10): İsmail Tunalı, s.79
(11): Mehmet Akkaya, s.8
(12): Hüseyin Tuncer, s.23
(13): Mehmet Kaplan, s.39
(14): Mehmet Kaplan, s.190
(15): Turgut Uyar, s.27


KAYNAKÇA

·        *  Aristoteles, Poetika, (Çev. Ari ÇOKONA-Ömer AYGÜN), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2017
·        *  Platon, İon, (Çev. Furkan AKDERİN), İstanbul: Say Yayınları, 2010
·   * Platon, Devlet, (Çev. Sabahattin EYÜBOĞLU-M. Ali CİMCOZ), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2017
·        *  TUNALI İsmail, Grek Estetik’i, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1983
·        *  AKKAYA Mehmet, Eski Türk Edebiyatı
·        *  ALTAR Memduh Cevad, Sanat Felsefesi Üzerine, Pan Yayıncılık, 2013
·         * TUNCER Hüseyin, (2015), Tanzimat Devri Türk Edebiyatı, 2015
·         * KAPLAN Mehmet, (2017), Şiir Tahlilleri, Dergâh Yayınları, 2017
·        *  UYAR Turgut, (2002), Dünyanın En Güzel Arabistan’ı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002


13 Şubat 2020 Perşembe

SATRANCIN HAYAT FELSEFESİ





Satranç ne tür bir oyundur? Satranç taşları oyunda ve hayatımızda nasıl etki eder? Satranç bize ne gibi şeyler kazandırır? İşte bu ve benzeri soruları cevaplamak üzere bu makaleyi kaleme almak istedim. Gözlerimizi yavaşça kapatalım ve siyah-beyaz bir tahta üstünde ağır ağır adımlar atmaya başlayalım.

Satrancın Doğuşu

Satrancın zamanımızdan binlerce yıl öncesine kadar Mısır’da oynandığına dair bulgular, piramitler üzerinde rastlanan kabartma ve çizimlerde bulunmaktadır. Dönemin insanlarının resmettikleri şeyler, satranç tahtası, kale, fil ve attır. Hindistan’da milattan sonra 7. yüzyıl başlarında satranç oynandığı bilinir. Ardından yavaş yavaş Orta Asya’ya yayılmıştır. Çin’den Mezopotamya’ya, Hindistan’dan İran’a, ardından Arabistan’a kadar uzanır. Satranç öylesine oynanan bir oyunken Avrupa’da daha çok saraylarda oynanmaya başlanmıştır.1 

İlk resmi dünya satranç şampiyonu Wilhelm Steinitz olmuştur. Aynı zamanda sistematik oynama kavramının kurucusudur. Satrançta konumun özelliklerine göre oynayarak rakibini her zaman için alt etmiştir. Kadınlarda ise Dünya Kadınlar Şampiyonu Maya Çiburdanidze olmuştur.2
                                                                                               
Neden ve Nasıl Oynarız Satrancı?

Satrancı kazanmak için oynamak büyük bir yanlıştır. Zayıf rakipler her zaman bulunur. Can sıkılmasına karşı oynanan satranç bizi ve oyunumuzu asla geliştirmez. Satrancı oynama sebebimiz yeni düşünce yolları bulmak, dünyaya farklı pencerelerden bakmaktır. Satranç, pencerelerimiz ne kadar kirli olursa olsun temiz düşüncelerle etrafımıza bakma şansı yaratır. Satranç için fiziksel açıdan güven, psikolojik açıdan büyük mücadele gerekir. Satranç dalgınlığa izin vermez ve zinde kalıp, konsantre olmamız gerektiğini gösterir. Bununla birlikte dikkatimizi en üst dereceye çeker.

Neden satranç oynandığını şu cümle çok iyi özetler: “Tıpkı aşk gibi, müzik gibi, satranç da insanoğlunu mutlu edecek güçtedir.”3 Genç veya yaşlı, erkek veya kadın, siyah veya beyaz her kim ya da ne olursa olsun satranç tahtası üzerindeki özgür düşünce bize mutluluk sağlar veya bir başka deyişle mutlu olmamızı sağlar.

Nasıl satranç oynarız veya satranç nedir? Bu sorulara cevap verecek olursak: Satranç, iki oyuncu arasında oynanan bir zekâ oyunudur, diyebiliriz. Zweig’ın deyişiyle: “Satranç için, tıpkı aşkta olduğu gibi, bir partnerin varlığı şarttır…”4 Bu oyun satranç tahtası denilen 8x8’lik bir kare alan üzerinde satranç taşları ile oynanır. Satranç taşları: Sekiz piyon, iki kale, iki at, iki fil, bir vezir ve bir şahtır. Bahsettiğim kare alan, toplam 64 karenin yarısı siyah, yarısı beyaz şeklindedir. Taşlar da siyah ve beyaz renklerden oluşur. Beyazı seçen kimse oyuna ilk o başlar. Oyunun amacı karşı tarafın şahını mat etmektir.

Satranç ustalıklı bir felsefi düşünce gerektirir. Yapılan her hamleden sonraki üçüncü, dördüncü ya da yedinci hamleyi de hesaba katmak gerekir. Şimdiye kadar tarihte yapılan savaşlar bir satranç oyunu gibi işlemiştir. Satranç da bir savaş sanatı niteliğindedir. Bir komutan ya piyonları olan askerlerini ileri sürmüştür ya da savunma amaçlı askerlerini yerlerinde bekletmiştir. İki komutan da çok ince düşünüp bu oyunu kaybetmemek için diğer hamleleri de hesaba katmalı ve savaştan galip ayrılmalıdır.

Satrancın Diyalektiği

Açık ve nettir ki satrançta da bir diyalektik söz konusudur. Diyalektik dediğimiz şey ise diğerinin dolayımı ile düşünmedir. Satranç tahtasının başında ben ve rakibim mevcuttur. Adam Smith’in gözüyle dile getirecek olursak ben ve diğer bendir. Oyun 2 şah ile oynanır. Ben diğerinin dolayımı ile düşünüp onun hangi taktikleri tasarladığından hareketle, ne tür hamleler yapmam gerektiğini görmüş olurum.

Diyalektik düşünce Antikçağ’a kadar dayanır, hatta tüm Antik filozofların büyük diyalektikçi olduğu söylenebilir. Örneğin Aristoteles’in ‘Metafizik’ adlı eserine ve Platon’un ‘Devlet’ eserine işaret edebiliriz. Aynı zamanda Stoacılar da diyalektiği felsefelerinde temel alırlar. 18. yüzyılda Adam Smith’in ‘Ahlaki Duygular Kuramı’ adlı yapıtı diyalektik felsefe üzerine kuruludur. Smith, bu kitabı ikiye böler. Birinci kısımda “Diğer Ben’i nasıl bilebiliriz?”, ikinci kısımda ise “Ben, kendimi nasıl bilebilirim?“ sorularından hareketle, müthiş bir diyalektikçi yaklaşımla ahlaki duyguları işler. İlkin sempati duygusunu ele alır. Biz sempati duygusunu her şeyden önce acı duygusunda hissederiz. Bu noktadaki zıtlık gözden kaçmaz, satranç tahtası üzerindeki siyah-beyaz renkler gibi oldukça belirgindir. Adam Smith eserinde şöyle açıklar: “Başkasının duygusuna dair bir anlayış oluşturmak için geçer tek yol, tasavvurumuzdur.”5 Burada demek istenen, toplumsallığın oluşmasının düşünsel olarak tek yolu fantezi gücüdür. Böylelikle diğerinin duygusunu bizim duygumuzmuş gibi hissederiz. Kısaca diğer Ben’in hissine ulaşmak için tasavvuru kullanırız ve kendimizi diğerinin yerine koyarız.  
Smith aynı zamanda: “Tasavvurumuz, onun ya da bunun değil, sadece kendi hislerimizin algılayabildiği izlenimleri taklit eder.” der.6 Yani diğerini görüyorum, kokluyorum, duyuyorum. Onları taklit ederek birbirimizi anlayabiliriz.

Adam Smith: “Tasavvur gücüyle, kendimizi başkasının yerine koyar, aynı azaba katlandığımızı düşünür, sanki aynı vücutta can bulur ve onunla bir şekilde aynı kişi haline geliriz; bu yüzden hislerine dair bir fikir edinir, daha zayıf da olsa hissettiklerinden tamamen farklı olmayan benzeyen duygular hissederiz…”7 diye söz eder. Diğerini kendin olarak bilmenin, anlamanın koşulu kendimizi diğerinin yerine koymaktan geçer. Bu da empati anlamına gelir. Sempati de ise diğerinin acısını kendi acın yapman gerekir. Bu noktada Adam Smith’in şu sözüne dikkat çekmek faydalı olacaktır: “Mutluluğu paylaşmak kolay, biz acıyı paylaşan insanlarız.” Yani onun acısını paylaştığımızda acısını yavaş yavaş azaltırız, mutluluğunu paylaşınca mutluluğunu artırmış oluruz.

Satranca dair bir uyarlama da söz konusudur. Karşımdakinin hamlelerini çözebilmem ya da kavramaya çalışmam için olası yapılabilecek hamleleri tasavvur etmem veya onların hayalini kurmam gerekir.

Adam Smith için insan, kendisini diğeri ile paylaşmak, kendisini diğerinde inşa etmek ister. Diğerinin kendisi de bizi inşa etmesine izin verirse mutlu oluruz. Bunu şöyle hayal edebiliriz: Rengi meşe gövdesine benzeyen, sağ ayağı hafif sallanan ve üzerinde yaralarımız kadar derin çizikler taşıyan bir masanın başındayız. Önümüzde siyah-beyaz satranç tahtası duruyor. Ben kendi benliğim dışında diğer beni karşımda rakibim olarak inşa ederim. Stefan Zweig bu durumu ‘Satranç’ adlı eserinde şu şekilde ifade ediyor: “İki Ben’imden her biri, yani Siyah Ben ve Beyaz Ben birbirleriyle rekabet etmek zorundaydılar ve her biri kendi adına galip gelmek, kazanmak için kendini bir tutkuya, sabırsızlığa kaptırıyordu…” O Ben’in yaptığı hamlelere ya da ataklara sahip olmak isterim ve böylece diğer beni mat edersem ruhen ve zihnen mutlu olurum. 

Adam Smith’in ustalıkla kurduğu diyalektik düşüncesiyle ‘Ahlaki Duygular Kuramı’ adlı eserinde şu üçlü kurgu ortaya çıkar:

·         Diğer ben
·         Üçüncü ben / vicdan / insanlık
·         Ben

Diğerinin dolayımı ile düşünme ve kendimizi diyalektik şekilde inşa etmek bu şekildedir. Satrancın içindeki zıtlıklar, diyalektikler ve ince düşünceler Ben’i ortaya koyarken diğer Ben’i de canlı tutar.

Taşlar ve Hayat İzleri 

Piyonları asker dışında, elimizin veya ayağımızın altında dolaşan insanlara benzetebiliriz. Bir şeyler yaptırmak için elimizin altındaki kişiyi kullanıyoruz. Biz bir şeyler için uğraşmıyoruz. Bir uğraş halinde olsak içimizdeki şiddet de, öfke de yok olur. Piyonu en öne bırakıp acı içinde kaybediyoruz. Oyun sonunda mezarına bir çiçek de biz bırakıyoruz.

Atlar dünyadaki en asil hayvanlardır. Yeri geliyor dizginleyemiyoruz atlarımızı… İçimizde dörtnala koşturuyoruz ve onlar koştukça biz yoruluyoruz. Sevgi kelimesi kayboluyor dilimizde. Simsiyah, alacakaranlık gecede ve bir annenin saçına düşen yıldız gibi kayıyor sevgi sözcüğü hayatımızdan. An geliyor bir atın yelesine karışıyor hayallerimiz. O hayalleri yumuşak görünen sert yelelerle beraber okşuyoruz. Ama yine de hayatı bir at kadar asil yaşayamıyoruz.

Yeryüzünün çok kareli bir satranç tahtası olduğu bu dünyada insanlarla aramıza kaleler örüyoruz. Evet! Kaleler örüyoruz ama yine de birbirimize esir düşüyoruz. Ölümü düşünmeden yaşamak istiyoruz. Siyahı bile bile beyazı kirletiyoruz.

Filler çıkıyor karşımıza aniden. Filler çok duygusallardır kalpleri kırılınca ölürlermiş. İnsanlara bakıyoruz ve yine iç çekip acıyoruz. Belki de hayatta kalp kırmaktan başka bir şey yapmıyoruz ve kırdığımız kalpleri öldürüyoruz. Bir satranç tahtasının h8 koordinatı gibi yalnız kalanlar olarak: “Atmayan kalp kırılmaz.”8 diyoruz.

Satrancın hayat felsefesinde yavaşça kayboluyoruz. Satranç hakkında Zweig şöyle bir belirleme yapar:
“Aslında satranç da bir bilimdi, bir sanattı, Hz. Muhammed’in gökyüzü ile yeryüzü arasındaki boşlukta bulunan tabutu gibi, bu kategoriler arasında boşlukta dolanmaktaydı… Hiçbir yere götürmeyen bir düşünme eylemiydi, hiçbir şey hesaplamayan bir matematikti, eserleri bulunmayan bir sanattı… Ruhu gergin tutmak için dünyaya hangi tanrının getirdiği kimsece bilinmeyen tek oyundu…”9

Burada yazar satrancın gizli bir bilim olduğunu hatta bir sanat olduğunu, yeryüzü ile gökyüzü arasında bulunan bir şey olduğunu, ayrıca hiçbir hesaplama yapmayan matematik olduğunu, olduğu yerde duran bir düşünme eylemi olduğundan söz eder.

Satranç felsefesinin üzerine düşmek için düşünmek gerekir. Sadece düşünmek yetmez, mantık çerçevesinde düşünmek gerekir. Mantıksız veya mantık hatası olan her hamle bize pahalıya patlayabilir.  Gel gelelim düşünüyor muyuz? Düşündüğümüz tek şey kendimizi düşünmek oluyor.

Hepimiz birer vezir gibi dolaşıyoruz. Kibrimiz ve tavrımız evrende de öte… Birbirimizi tanıyamıyoruz. Elimizi uzatsak kolumuzu kaptırıyoruz. Siyah kareler gibi gözlerimizi karartıyoruz, insanlığa beyaz kareler sunmak yerine insanlığı mahvediyoruz. Gel gelelim düşünmüyoruz ve düşünmediğimizle kalıyoruz. Ayağa kalkıyoruz, dostlardan bir tekme daha yiyoruz. Üzerine bir bardak da soğuk su içiyoruz. Dedim ya, vezir gibi dolanıyoruz… Vezirliği üstünlük sanıyoruz. Ama üstünlüğün yürekten geldiğini bilmiyoruz. Dertlerimizi bir satranç tahtasına yatırır gibi önümüze almıyoruz. Neden biliyor musunuz? Çünkü herkesin düşüncesini bilmiyoruz, bundan dolayı dolayımlayamıyoruz. Tüm istisnai eylemleri vezir ile gerçekleştirebilecekken bir filin büyüklüğüne, bir atın asaletine ya da bir kalenin dik başlılığına sığınıyoruz.

Şaha gelince… Şahı korumak için diğer taşların hepsini değerine göre feda ediyoruz. Hepimiz birbirimizin üstüne şaha kalkıyoruz. Yoksa kalkmıyor muyuz? İçi korku dolu bu hayatta oyunu kaybetmekten korkuyoruz. Günün birinde hepimiz mat olacağız bunu bilerek yaşıyoruz ya da göz ardı ediyoruz.

Sonuç olarak satrancı hayat felsefemize eklemeliyiz ve oyunu kurallarına göre oynamalıyız, diyoruz. Ama bu oyunu kuralına göre oynayacak kaç insan tanıyoruz? Diyalektiğimizi üzücü bir şekilde yitiriyoruz ya da kullanamıyoruz. Biz piyonlarımızı sürdük, ‘’Hadi, geri kaçalım!’’ demek yerine ileri gidip ‘’Savaşı kazanalım!’’ diyebildiğimiz noktada kalıyoruz. Pes etmek satranç felsefesinde kolay kolay yer almasa da hayat felsefemizde hep pes ediyoruz.

Belki de satranç üzerinden ders almamız gereken çok şey var, görmüyoruz. Siyah-beyaz tahtada hayatı öyle böyle geçiriyoruz.

Şah olmadan önce piyonun gölgesinde yaşıyoruz…

Barış ÇOKAZ
Düşünbil Dergisi, 81. Sayı, 2019

Dipnotlar:

(1): Seirawan & Silman, 2019, s.1
(2): Seirawan & Silman, 2019, s.3
(3): Seirawan & Silman, 2019, s.3
(4): Stefan Zweig, 2019, s. 15
(5): Adam Smith, 2019, s.19
(6): Adam Smith, 2019, s.20
(7): Adam Smith, 2019, s.20
(8): K. Tazeoğlu, Bukre
(9): Stefan Zweig, 2019, s.12

KAYNAKÇA

·         ZWEIG, Stefan, (2019), Satranç, (Çev. Ahmet Cemal), İstanbul: İş Bankası Yayınları
·         TAZEOĞLU, Kahraman, (2014), Bukre, İstanbul: Destek Yayınları
·         SEIRAWAN, Yasser & SILMAN Jeremy,(2019), Satrançta Kazandıran Oyun Felsefesi, (Çev. L. Ece Sakar), İstanbul: İş Bankası Yayınları
·         SMITH, Adam,(2018), Ahlaki Duygular Kuramı, (Çev. Derman Kızılay), İstanbul: Liber Yayınları

WITTGENSTEIN FELSEFESİNDE DİL VE DÜNYA İLİŞKİSİ

  "Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler." Wittgenstein Ludwig Wittgenstein’ın, dil felsefesi bağlamındaki görüşlerine biz...