13 Şubat 2020 Perşembe

SATRANCIN HAYAT FELSEFESİ





Satranç ne tür bir oyundur? Satranç taşları oyunda ve hayatımızda nasıl etki eder? Satranç bize ne gibi şeyler kazandırır? İşte bu ve benzeri soruları cevaplamak üzere bu makaleyi kaleme almak istedim. Gözlerimizi yavaşça kapatalım ve siyah-beyaz bir tahta üstünde ağır ağır adımlar atmaya başlayalım.

Satrancın Doğuşu

Satrancın zamanımızdan binlerce yıl öncesine kadar Mısır’da oynandığına dair bulgular, piramitler üzerinde rastlanan kabartma ve çizimlerde bulunmaktadır. Dönemin insanlarının resmettikleri şeyler, satranç tahtası, kale, fil ve attır. Hindistan’da milattan sonra 7. yüzyıl başlarında satranç oynandığı bilinir. Ardından yavaş yavaş Orta Asya’ya yayılmıştır. Çin’den Mezopotamya’ya, Hindistan’dan İran’a, ardından Arabistan’a kadar uzanır. Satranç öylesine oynanan bir oyunken Avrupa’da daha çok saraylarda oynanmaya başlanmıştır.1 

İlk resmi dünya satranç şampiyonu Wilhelm Steinitz olmuştur. Aynı zamanda sistematik oynama kavramının kurucusudur. Satrançta konumun özelliklerine göre oynayarak rakibini her zaman için alt etmiştir. Kadınlarda ise Dünya Kadınlar Şampiyonu Maya Çiburdanidze olmuştur.2
                                                                                               
Neden ve Nasıl Oynarız Satrancı?

Satrancı kazanmak için oynamak büyük bir yanlıştır. Zayıf rakipler her zaman bulunur. Can sıkılmasına karşı oynanan satranç bizi ve oyunumuzu asla geliştirmez. Satrancı oynama sebebimiz yeni düşünce yolları bulmak, dünyaya farklı pencerelerden bakmaktır. Satranç, pencerelerimiz ne kadar kirli olursa olsun temiz düşüncelerle etrafımıza bakma şansı yaratır. Satranç için fiziksel açıdan güven, psikolojik açıdan büyük mücadele gerekir. Satranç dalgınlığa izin vermez ve zinde kalıp, konsantre olmamız gerektiğini gösterir. Bununla birlikte dikkatimizi en üst dereceye çeker.

Neden satranç oynandığını şu cümle çok iyi özetler: “Tıpkı aşk gibi, müzik gibi, satranç da insanoğlunu mutlu edecek güçtedir.”3 Genç veya yaşlı, erkek veya kadın, siyah veya beyaz her kim ya da ne olursa olsun satranç tahtası üzerindeki özgür düşünce bize mutluluk sağlar veya bir başka deyişle mutlu olmamızı sağlar.

Nasıl satranç oynarız veya satranç nedir? Bu sorulara cevap verecek olursak: Satranç, iki oyuncu arasında oynanan bir zekâ oyunudur, diyebiliriz. Zweig’ın deyişiyle: “Satranç için, tıpkı aşkta olduğu gibi, bir partnerin varlığı şarttır…”4 Bu oyun satranç tahtası denilen 8x8’lik bir kare alan üzerinde satranç taşları ile oynanır. Satranç taşları: Sekiz piyon, iki kale, iki at, iki fil, bir vezir ve bir şahtır. Bahsettiğim kare alan, toplam 64 karenin yarısı siyah, yarısı beyaz şeklindedir. Taşlar da siyah ve beyaz renklerden oluşur. Beyazı seçen kimse oyuna ilk o başlar. Oyunun amacı karşı tarafın şahını mat etmektir.

Satranç ustalıklı bir felsefi düşünce gerektirir. Yapılan her hamleden sonraki üçüncü, dördüncü ya da yedinci hamleyi de hesaba katmak gerekir. Şimdiye kadar tarihte yapılan savaşlar bir satranç oyunu gibi işlemiştir. Satranç da bir savaş sanatı niteliğindedir. Bir komutan ya piyonları olan askerlerini ileri sürmüştür ya da savunma amaçlı askerlerini yerlerinde bekletmiştir. İki komutan da çok ince düşünüp bu oyunu kaybetmemek için diğer hamleleri de hesaba katmalı ve savaştan galip ayrılmalıdır.

Satrancın Diyalektiği

Açık ve nettir ki satrançta da bir diyalektik söz konusudur. Diyalektik dediğimiz şey ise diğerinin dolayımı ile düşünmedir. Satranç tahtasının başında ben ve rakibim mevcuttur. Adam Smith’in gözüyle dile getirecek olursak ben ve diğer bendir. Oyun 2 şah ile oynanır. Ben diğerinin dolayımı ile düşünüp onun hangi taktikleri tasarladığından hareketle, ne tür hamleler yapmam gerektiğini görmüş olurum.

Diyalektik düşünce Antikçağ’a kadar dayanır, hatta tüm Antik filozofların büyük diyalektikçi olduğu söylenebilir. Örneğin Aristoteles’in ‘Metafizik’ adlı eserine ve Platon’un ‘Devlet’ eserine işaret edebiliriz. Aynı zamanda Stoacılar da diyalektiği felsefelerinde temel alırlar. 18. yüzyılda Adam Smith’in ‘Ahlaki Duygular Kuramı’ adlı yapıtı diyalektik felsefe üzerine kuruludur. Smith, bu kitabı ikiye böler. Birinci kısımda “Diğer Ben’i nasıl bilebiliriz?”, ikinci kısımda ise “Ben, kendimi nasıl bilebilirim?“ sorularından hareketle, müthiş bir diyalektikçi yaklaşımla ahlaki duyguları işler. İlkin sempati duygusunu ele alır. Biz sempati duygusunu her şeyden önce acı duygusunda hissederiz. Bu noktadaki zıtlık gözden kaçmaz, satranç tahtası üzerindeki siyah-beyaz renkler gibi oldukça belirgindir. Adam Smith eserinde şöyle açıklar: “Başkasının duygusuna dair bir anlayış oluşturmak için geçer tek yol, tasavvurumuzdur.”5 Burada demek istenen, toplumsallığın oluşmasının düşünsel olarak tek yolu fantezi gücüdür. Böylelikle diğerinin duygusunu bizim duygumuzmuş gibi hissederiz. Kısaca diğer Ben’in hissine ulaşmak için tasavvuru kullanırız ve kendimizi diğerinin yerine koyarız.  
Smith aynı zamanda: “Tasavvurumuz, onun ya da bunun değil, sadece kendi hislerimizin algılayabildiği izlenimleri taklit eder.” der.6 Yani diğerini görüyorum, kokluyorum, duyuyorum. Onları taklit ederek birbirimizi anlayabiliriz.

Adam Smith: “Tasavvur gücüyle, kendimizi başkasının yerine koyar, aynı azaba katlandığımızı düşünür, sanki aynı vücutta can bulur ve onunla bir şekilde aynı kişi haline geliriz; bu yüzden hislerine dair bir fikir edinir, daha zayıf da olsa hissettiklerinden tamamen farklı olmayan benzeyen duygular hissederiz…”7 diye söz eder. Diğerini kendin olarak bilmenin, anlamanın koşulu kendimizi diğerinin yerine koymaktan geçer. Bu da empati anlamına gelir. Sempati de ise diğerinin acısını kendi acın yapman gerekir. Bu noktada Adam Smith’in şu sözüne dikkat çekmek faydalı olacaktır: “Mutluluğu paylaşmak kolay, biz acıyı paylaşan insanlarız.” Yani onun acısını paylaştığımızda acısını yavaş yavaş azaltırız, mutluluğunu paylaşınca mutluluğunu artırmış oluruz.

Satranca dair bir uyarlama da söz konusudur. Karşımdakinin hamlelerini çözebilmem ya da kavramaya çalışmam için olası yapılabilecek hamleleri tasavvur etmem veya onların hayalini kurmam gerekir.

Adam Smith için insan, kendisini diğeri ile paylaşmak, kendisini diğerinde inşa etmek ister. Diğerinin kendisi de bizi inşa etmesine izin verirse mutlu oluruz. Bunu şöyle hayal edebiliriz: Rengi meşe gövdesine benzeyen, sağ ayağı hafif sallanan ve üzerinde yaralarımız kadar derin çizikler taşıyan bir masanın başındayız. Önümüzde siyah-beyaz satranç tahtası duruyor. Ben kendi benliğim dışında diğer beni karşımda rakibim olarak inşa ederim. Stefan Zweig bu durumu ‘Satranç’ adlı eserinde şu şekilde ifade ediyor: “İki Ben’imden her biri, yani Siyah Ben ve Beyaz Ben birbirleriyle rekabet etmek zorundaydılar ve her biri kendi adına galip gelmek, kazanmak için kendini bir tutkuya, sabırsızlığa kaptırıyordu…” O Ben’in yaptığı hamlelere ya da ataklara sahip olmak isterim ve böylece diğer beni mat edersem ruhen ve zihnen mutlu olurum. 

Adam Smith’in ustalıkla kurduğu diyalektik düşüncesiyle ‘Ahlaki Duygular Kuramı’ adlı eserinde şu üçlü kurgu ortaya çıkar:

·         Diğer ben
·         Üçüncü ben / vicdan / insanlık
·         Ben

Diğerinin dolayımı ile düşünme ve kendimizi diyalektik şekilde inşa etmek bu şekildedir. Satrancın içindeki zıtlıklar, diyalektikler ve ince düşünceler Ben’i ortaya koyarken diğer Ben’i de canlı tutar.

Taşlar ve Hayat İzleri 

Piyonları asker dışında, elimizin veya ayağımızın altında dolaşan insanlara benzetebiliriz. Bir şeyler yaptırmak için elimizin altındaki kişiyi kullanıyoruz. Biz bir şeyler için uğraşmıyoruz. Bir uğraş halinde olsak içimizdeki şiddet de, öfke de yok olur. Piyonu en öne bırakıp acı içinde kaybediyoruz. Oyun sonunda mezarına bir çiçek de biz bırakıyoruz.

Atlar dünyadaki en asil hayvanlardır. Yeri geliyor dizginleyemiyoruz atlarımızı… İçimizde dörtnala koşturuyoruz ve onlar koştukça biz yoruluyoruz. Sevgi kelimesi kayboluyor dilimizde. Simsiyah, alacakaranlık gecede ve bir annenin saçına düşen yıldız gibi kayıyor sevgi sözcüğü hayatımızdan. An geliyor bir atın yelesine karışıyor hayallerimiz. O hayalleri yumuşak görünen sert yelelerle beraber okşuyoruz. Ama yine de hayatı bir at kadar asil yaşayamıyoruz.

Yeryüzünün çok kareli bir satranç tahtası olduğu bu dünyada insanlarla aramıza kaleler örüyoruz. Evet! Kaleler örüyoruz ama yine de birbirimize esir düşüyoruz. Ölümü düşünmeden yaşamak istiyoruz. Siyahı bile bile beyazı kirletiyoruz.

Filler çıkıyor karşımıza aniden. Filler çok duygusallardır kalpleri kırılınca ölürlermiş. İnsanlara bakıyoruz ve yine iç çekip acıyoruz. Belki de hayatta kalp kırmaktan başka bir şey yapmıyoruz ve kırdığımız kalpleri öldürüyoruz. Bir satranç tahtasının h8 koordinatı gibi yalnız kalanlar olarak: “Atmayan kalp kırılmaz.”8 diyoruz.

Satrancın hayat felsefesinde yavaşça kayboluyoruz. Satranç hakkında Zweig şöyle bir belirleme yapar:
“Aslında satranç da bir bilimdi, bir sanattı, Hz. Muhammed’in gökyüzü ile yeryüzü arasındaki boşlukta bulunan tabutu gibi, bu kategoriler arasında boşlukta dolanmaktaydı… Hiçbir yere götürmeyen bir düşünme eylemiydi, hiçbir şey hesaplamayan bir matematikti, eserleri bulunmayan bir sanattı… Ruhu gergin tutmak için dünyaya hangi tanrının getirdiği kimsece bilinmeyen tek oyundu…”9

Burada yazar satrancın gizli bir bilim olduğunu hatta bir sanat olduğunu, yeryüzü ile gökyüzü arasında bulunan bir şey olduğunu, ayrıca hiçbir hesaplama yapmayan matematik olduğunu, olduğu yerde duran bir düşünme eylemi olduğundan söz eder.

Satranç felsefesinin üzerine düşmek için düşünmek gerekir. Sadece düşünmek yetmez, mantık çerçevesinde düşünmek gerekir. Mantıksız veya mantık hatası olan her hamle bize pahalıya patlayabilir.  Gel gelelim düşünüyor muyuz? Düşündüğümüz tek şey kendimizi düşünmek oluyor.

Hepimiz birer vezir gibi dolaşıyoruz. Kibrimiz ve tavrımız evrende de öte… Birbirimizi tanıyamıyoruz. Elimizi uzatsak kolumuzu kaptırıyoruz. Siyah kareler gibi gözlerimizi karartıyoruz, insanlığa beyaz kareler sunmak yerine insanlığı mahvediyoruz. Gel gelelim düşünmüyoruz ve düşünmediğimizle kalıyoruz. Ayağa kalkıyoruz, dostlardan bir tekme daha yiyoruz. Üzerine bir bardak da soğuk su içiyoruz. Dedim ya, vezir gibi dolanıyoruz… Vezirliği üstünlük sanıyoruz. Ama üstünlüğün yürekten geldiğini bilmiyoruz. Dertlerimizi bir satranç tahtasına yatırır gibi önümüze almıyoruz. Neden biliyor musunuz? Çünkü herkesin düşüncesini bilmiyoruz, bundan dolayı dolayımlayamıyoruz. Tüm istisnai eylemleri vezir ile gerçekleştirebilecekken bir filin büyüklüğüne, bir atın asaletine ya da bir kalenin dik başlılığına sığınıyoruz.

Şaha gelince… Şahı korumak için diğer taşların hepsini değerine göre feda ediyoruz. Hepimiz birbirimizin üstüne şaha kalkıyoruz. Yoksa kalkmıyor muyuz? İçi korku dolu bu hayatta oyunu kaybetmekten korkuyoruz. Günün birinde hepimiz mat olacağız bunu bilerek yaşıyoruz ya da göz ardı ediyoruz.

Sonuç olarak satrancı hayat felsefemize eklemeliyiz ve oyunu kurallarına göre oynamalıyız, diyoruz. Ama bu oyunu kuralına göre oynayacak kaç insan tanıyoruz? Diyalektiğimizi üzücü bir şekilde yitiriyoruz ya da kullanamıyoruz. Biz piyonlarımızı sürdük, ‘’Hadi, geri kaçalım!’’ demek yerine ileri gidip ‘’Savaşı kazanalım!’’ diyebildiğimiz noktada kalıyoruz. Pes etmek satranç felsefesinde kolay kolay yer almasa da hayat felsefemizde hep pes ediyoruz.

Belki de satranç üzerinden ders almamız gereken çok şey var, görmüyoruz. Siyah-beyaz tahtada hayatı öyle böyle geçiriyoruz.

Şah olmadan önce piyonun gölgesinde yaşıyoruz…

Barış ÇOKAZ
Düşünbil Dergisi, 81. Sayı, 2019

Dipnotlar:

(1): Seirawan & Silman, 2019, s.1
(2): Seirawan & Silman, 2019, s.3
(3): Seirawan & Silman, 2019, s.3
(4): Stefan Zweig, 2019, s. 15
(5): Adam Smith, 2019, s.19
(6): Adam Smith, 2019, s.20
(7): Adam Smith, 2019, s.20
(8): K. Tazeoğlu, Bukre
(9): Stefan Zweig, 2019, s.12

KAYNAKÇA

·         ZWEIG, Stefan, (2019), Satranç, (Çev. Ahmet Cemal), İstanbul: İş Bankası Yayınları
·         TAZEOĞLU, Kahraman, (2014), Bukre, İstanbul: Destek Yayınları
·         SEIRAWAN, Yasser & SILMAN Jeremy,(2019), Satrançta Kazandıran Oyun Felsefesi, (Çev. L. Ece Sakar), İstanbul: İş Bankası Yayınları
·         SMITH, Adam,(2018), Ahlaki Duygular Kuramı, (Çev. Derman Kızılay), İstanbul: Liber Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

WITTGENSTEIN FELSEFESİNDE DİL VE DÜNYA İLİŞKİSİ

  "Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler." Wittgenstein Ludwig Wittgenstein’ın, dil felsefesi bağlamındaki görüşlerine biz...