Satranç ne tür
bir oyundur? Satranç taşları oyunda ve hayatımızda nasıl etki eder? Satranç
bize ne gibi şeyler kazandırır? İşte bu ve benzeri soruları cevaplamak üzere bu
makaleyi kaleme almak istedim. Gözlerimizi yavaşça kapatalım ve siyah-beyaz bir
tahta üstünde ağır ağır adımlar atmaya başlayalım.
Satrancın Doğuşu
Satrancın zamanımızdan
binlerce yıl öncesine kadar Mısır’da oynandığına dair bulgular, piramitler
üzerinde rastlanan kabartma ve çizimlerde bulunmaktadır. Dönemin insanlarının
resmettikleri şeyler, satranç tahtası, kale, fil ve attır. Hindistan’da
milattan sonra 7. yüzyıl başlarında satranç oynandığı bilinir. Ardından yavaş
yavaş Orta Asya’ya yayılmıştır. Çin’den Mezopotamya’ya, Hindistan’dan İran’a,
ardından Arabistan’a kadar uzanır. Satranç öylesine oynanan bir oyunken Avrupa’da
daha çok saraylarda oynanmaya başlanmıştır.1
İlk resmi dünya satranç
şampiyonu Wilhelm Steinitz olmuştur. Aynı zamanda sistematik oynama kavramının
kurucusudur. Satrançta konumun özelliklerine göre oynayarak rakibini her zaman
için alt etmiştir. Kadınlarda ise Dünya Kadınlar Şampiyonu Maya Çiburdanidze
olmuştur.2
Neden ve Nasıl Oynarız
Satrancı?
Satrancı kazanmak için oynamak
büyük bir yanlıştır. Zayıf rakipler her zaman bulunur. Can sıkılmasına karşı
oynanan satranç bizi ve oyunumuzu asla geliştirmez. Satrancı oynama sebebimiz
yeni düşünce yolları bulmak, dünyaya farklı pencerelerden bakmaktır. Satranç,
pencerelerimiz ne kadar kirli olursa olsun temiz düşüncelerle etrafımıza bakma
şansı yaratır. Satranç için fiziksel açıdan güven, psikolojik açıdan büyük
mücadele gerekir. Satranç dalgınlığa izin vermez ve zinde kalıp, konsantre
olmamız gerektiğini gösterir. Bununla birlikte dikkatimizi en üst dereceye
çeker.
Neden satranç
oynandığını şu cümle çok iyi özetler: “Tıpkı aşk gibi, müzik gibi, satranç da
insanoğlunu mutlu edecek güçtedir.”3 Genç veya yaşlı, erkek veya
kadın, siyah veya beyaz her kim ya da ne olursa olsun satranç tahtası
üzerindeki özgür düşünce bize mutluluk sağlar veya bir başka deyişle mutlu
olmamızı sağlar.
Nasıl satranç oynarız
veya satranç nedir? Bu sorulara cevap verecek olursak: Satranç, iki oyuncu
arasında oynanan bir zekâ oyunudur, diyebiliriz. Zweig’ın deyişiyle: “Satranç
için, tıpkı aşkta olduğu gibi, bir partnerin varlığı şarttır…”4 Bu
oyun satranç tahtası denilen 8x8’lik bir kare alan üzerinde satranç taşları ile
oynanır. Satranç taşları: Sekiz piyon, iki kale, iki at, iki fil, bir vezir ve bir
şahtır. Bahsettiğim kare alan, toplam 64 karenin yarısı siyah, yarısı beyaz
şeklindedir. Taşlar da siyah ve beyaz renklerden oluşur. Beyazı seçen kimse
oyuna ilk o başlar. Oyunun amacı karşı tarafın şahını mat etmektir.
Satranç ustalıklı bir
felsefi düşünce gerektirir. Yapılan her hamleden sonraki üçüncü, dördüncü ya da
yedinci hamleyi de hesaba katmak gerekir. Şimdiye kadar tarihte yapılan
savaşlar bir satranç oyunu gibi işlemiştir. Satranç da bir savaş sanatı
niteliğindedir. Bir komutan ya piyonları olan askerlerini ileri sürmüştür ya da
savunma amaçlı askerlerini yerlerinde bekletmiştir. İki komutan da çok ince
düşünüp bu oyunu kaybetmemek için diğer hamleleri de hesaba katmalı ve savaştan
galip ayrılmalıdır.
Satrancın Diyalektiği
Açık ve nettir ki
satrançta da bir diyalektik söz konusudur. Diyalektik dediğimiz şey ise
diğerinin dolayımı ile düşünmedir. Satranç tahtasının başında ben ve rakibim
mevcuttur. Adam Smith’in gözüyle dile getirecek olursak ben ve diğer bendir.
Oyun 2 şah ile oynanır. Ben diğerinin dolayımı ile düşünüp onun hangi
taktikleri tasarladığından hareketle, ne tür hamleler yapmam gerektiğini görmüş
olurum.
Diyalektik düşünce Antikçağ’a
kadar dayanır, hatta tüm Antik filozofların büyük diyalektikçi olduğu
söylenebilir. Örneğin Aristoteles’in ‘Metafizik’ adlı eserine ve Platon’un
‘Devlet’ eserine işaret edebiliriz. Aynı zamanda Stoacılar da diyalektiği
felsefelerinde temel alırlar. 18. yüzyılda Adam Smith’in ‘Ahlaki Duygular
Kuramı’ adlı yapıtı diyalektik felsefe üzerine kuruludur. Smith, bu kitabı
ikiye böler. Birinci kısımda “Diğer Ben’i nasıl bilebiliriz?”, ikinci kısımda
ise “Ben, kendimi nasıl bilebilirim?“ sorularından hareketle, müthiş bir
diyalektikçi yaklaşımla ahlaki duyguları işler. İlkin sempati duygusunu ele
alır. Biz sempati duygusunu her şeyden önce acı duygusunda hissederiz. Bu
noktadaki zıtlık gözden kaçmaz, satranç tahtası üzerindeki siyah-beyaz renkler
gibi oldukça belirgindir. Adam Smith eserinde şöyle açıklar: “Başkasının
duygusuna dair bir anlayış oluşturmak için geçer tek yol, tasavvurumuzdur.”5
Burada demek istenen, toplumsallığın oluşmasının düşünsel olarak tek yolu fantezi
gücüdür. Böylelikle diğerinin duygusunu bizim duygumuzmuş gibi hissederiz.
Kısaca diğer Ben’in hissine ulaşmak için tasavvuru kullanırız ve kendimizi
diğerinin yerine koyarız.
Smith aynı zamanda: “Tasavvurumuz,
onun ya da bunun değil, sadece kendi hislerimizin algılayabildiği izlenimleri
taklit eder.” der.6 Yani diğerini görüyorum, kokluyorum, duyuyorum.
Onları taklit ederek birbirimizi anlayabiliriz.
Adam Smith: “Tasavvur
gücüyle, kendimizi başkasının yerine koyar, aynı azaba katlandığımızı düşünür,
sanki aynı vücutta can bulur ve onunla bir şekilde aynı kişi haline geliriz; bu
yüzden hislerine dair bir fikir edinir, daha zayıf da olsa hissettiklerinden
tamamen farklı olmayan benzeyen duygular hissederiz…”7 diye söz
eder. Diğerini kendin olarak bilmenin, anlamanın koşulu kendimizi diğerinin
yerine koymaktan geçer. Bu da empati anlamına gelir. Sempati de ise diğerinin
acısını kendi acın yapman gerekir. Bu noktada Adam Smith’in şu sözüne dikkat
çekmek faydalı olacaktır: “Mutluluğu paylaşmak kolay, biz acıyı paylaşan
insanlarız.” Yani onun acısını paylaştığımızda acısını yavaş yavaş azaltırız,
mutluluğunu paylaşınca mutluluğunu artırmış oluruz.
Satranca dair bir
uyarlama da söz konusudur. Karşımdakinin hamlelerini çözebilmem ya da kavramaya
çalışmam için olası yapılabilecek hamleleri tasavvur etmem veya onların hayalini
kurmam gerekir.
Adam Smith için insan,
kendisini diğeri ile paylaşmak, kendisini diğerinde inşa etmek ister. Diğerinin
kendisi de bizi inşa etmesine izin verirse mutlu oluruz. Bunu şöyle hayal
edebiliriz: Rengi meşe gövdesine benzeyen, sağ ayağı hafif sallanan ve üzerinde
yaralarımız kadar derin çizikler taşıyan bir masanın başındayız. Önümüzde
siyah-beyaz satranç tahtası duruyor. Ben kendi benliğim dışında diğer beni
karşımda rakibim olarak inşa ederim. Stefan Zweig bu durumu ‘Satranç’ adlı
eserinde şu şekilde ifade ediyor: “İki Ben’imden her biri, yani Siyah Ben ve
Beyaz Ben birbirleriyle rekabet etmek zorundaydılar ve her biri kendi adına
galip gelmek, kazanmak için kendini bir tutkuya, sabırsızlığa kaptırıyordu…” O
Ben’in yaptığı hamlelere ya da ataklara sahip olmak isterim ve böylece diğer
beni mat edersem ruhen ve zihnen mutlu olurum.
Adam Smith’in ustalıkla
kurduğu diyalektik düşüncesiyle ‘Ahlaki Duygular Kuramı’ adlı eserinde şu üçlü
kurgu ortaya çıkar:
·
Diğer ben
·
Üçüncü ben / vicdan / insanlık
·
Ben
Diğerinin dolayımı ile
düşünme ve kendimizi diyalektik şekilde inşa etmek bu şekildedir. Satrancın
içindeki zıtlıklar, diyalektikler ve ince düşünceler Ben’i ortaya koyarken
diğer Ben’i de canlı tutar.
Taşlar
ve Hayat İzleri
Piyonları asker
dışında, elimizin veya ayağımızın altında dolaşan insanlara benzetebiliriz. Bir
şeyler yaptırmak için elimizin altındaki kişiyi kullanıyoruz. Biz bir şeyler
için uğraşmıyoruz. Bir uğraş halinde olsak içimizdeki şiddet de, öfke de yok
olur. Piyonu en öne bırakıp acı içinde kaybediyoruz. Oyun sonunda mezarına bir
çiçek de biz bırakıyoruz.
Atlar dünyadaki en asil
hayvanlardır. Yeri geliyor dizginleyemiyoruz atlarımızı… İçimizde dörtnala koşturuyoruz
ve onlar koştukça biz yoruluyoruz. Sevgi kelimesi kayboluyor dilimizde.
Simsiyah, alacakaranlık gecede ve bir annenin saçına düşen yıldız gibi kayıyor
sevgi sözcüğü hayatımızdan. An geliyor bir atın yelesine karışıyor
hayallerimiz. O hayalleri yumuşak görünen sert yelelerle beraber okşuyoruz. Ama
yine de hayatı bir at kadar asil yaşayamıyoruz.
Yeryüzünün çok kareli
bir satranç tahtası olduğu bu dünyada insanlarla aramıza kaleler örüyoruz.
Evet! Kaleler örüyoruz ama yine de birbirimize esir düşüyoruz. Ölümü düşünmeden
yaşamak istiyoruz. Siyahı bile bile beyazı kirletiyoruz.
Filler çıkıyor
karşımıza aniden. Filler çok duygusallardır kalpleri kırılınca ölürlermiş.
İnsanlara bakıyoruz ve yine iç çekip acıyoruz. Belki de hayatta kalp kırmaktan
başka bir şey yapmıyoruz ve kırdığımız kalpleri öldürüyoruz. Bir satranç
tahtasının h8 koordinatı gibi yalnız kalanlar olarak: “Atmayan kalp kırılmaz.”8
diyoruz.
Satrancın hayat
felsefesinde yavaşça kayboluyoruz. Satranç hakkında Zweig şöyle bir belirleme
yapar:
“Aslında satranç da bir
bilimdi, bir sanattı, Hz. Muhammed’in gökyüzü ile yeryüzü arasındaki boşlukta
bulunan tabutu gibi, bu kategoriler arasında boşlukta dolanmaktaydı… Hiçbir
yere götürmeyen bir düşünme eylemiydi, hiçbir şey hesaplamayan bir matematikti,
eserleri bulunmayan bir sanattı… Ruhu gergin tutmak için dünyaya hangi tanrının
getirdiği kimsece bilinmeyen tek oyundu…”9
Burada yazar satrancın
gizli bir bilim olduğunu hatta bir sanat olduğunu, yeryüzü ile gökyüzü arasında
bulunan bir şey olduğunu, ayrıca hiçbir hesaplama yapmayan matematik olduğunu,
olduğu yerde duran bir düşünme eylemi olduğundan söz eder.
Satranç felsefesinin
üzerine düşmek için düşünmek gerekir. Sadece düşünmek yetmez, mantık
çerçevesinde düşünmek gerekir. Mantıksız veya mantık hatası olan her hamle bize
pahalıya patlayabilir. Gel gelelim
düşünüyor muyuz? Düşündüğümüz tek şey kendimizi düşünmek oluyor.
Hepimiz birer vezir
gibi dolaşıyoruz. Kibrimiz ve tavrımız evrende de öte… Birbirimizi
tanıyamıyoruz. Elimizi uzatsak kolumuzu kaptırıyoruz. Siyah kareler gibi
gözlerimizi karartıyoruz, insanlığa beyaz kareler sunmak yerine insanlığı
mahvediyoruz. Gel gelelim düşünmüyoruz ve düşünmediğimizle kalıyoruz. Ayağa
kalkıyoruz, dostlardan bir tekme daha yiyoruz. Üzerine bir bardak da soğuk su
içiyoruz. Dedim ya, vezir gibi dolanıyoruz… Vezirliği üstünlük sanıyoruz. Ama
üstünlüğün yürekten geldiğini bilmiyoruz. Dertlerimizi bir satranç tahtasına yatırır
gibi önümüze almıyoruz. Neden biliyor musunuz? Çünkü herkesin düşüncesini
bilmiyoruz, bundan dolayı dolayımlayamıyoruz. Tüm istisnai eylemleri vezir ile
gerçekleştirebilecekken bir filin büyüklüğüne, bir atın asaletine ya da bir
kalenin dik başlılığına sığınıyoruz.
Şaha gelince… Şahı
korumak için diğer taşların hepsini değerine göre feda ediyoruz. Hepimiz
birbirimizin üstüne şaha kalkıyoruz. Yoksa kalkmıyor muyuz? İçi korku dolu bu
hayatta oyunu kaybetmekten korkuyoruz. Günün birinde hepimiz mat olacağız bunu
bilerek yaşıyoruz ya da göz ardı ediyoruz.
Sonuç olarak satrancı
hayat felsefemize eklemeliyiz ve oyunu kurallarına göre oynamalıyız, diyoruz.
Ama bu oyunu kuralına göre oynayacak kaç insan tanıyoruz? Diyalektiğimizi üzücü
bir şekilde yitiriyoruz ya da kullanamıyoruz. Biz piyonlarımızı sürdük, ‘’Hadi,
geri kaçalım!’’ demek yerine ileri gidip ‘’Savaşı kazanalım!’’ diyebildiğimiz
noktada kalıyoruz. Pes etmek satranç felsefesinde kolay kolay yer almasa da
hayat felsefemizde hep pes ediyoruz.
Belki de satranç
üzerinden ders almamız gereken çok şey var, görmüyoruz. Siyah-beyaz tahtada
hayatı öyle böyle geçiriyoruz.
Şah olmadan önce
piyonun gölgesinde yaşıyoruz…
Barış ÇOKAZ
Düşünbil Dergisi, 81. Sayı, 2019
Dipnotlar:
(1): Seirawan &
Silman, 2019, s.1
(2): Seirawan &
Silman, 2019, s.3
(3): Seirawan &
Silman, 2019, s.3
(4): Stefan Zweig, 2019, s. 15
(5): Adam Smith, 2019,
s.19
(6): Adam Smith, 2019,
s.20
(7): Adam Smith, 2019,
s.20
(8): K. Tazeoğlu, Bukre
(9): Stefan Zweig,
2019, s.12
KAYNAKÇA
·
ZWEIG, Stefan, (2019), Satranç, (Çev. Ahmet Cemal), İstanbul: İş Bankası Yayınları
·
TAZEOĞLU, Kahraman, (2014), Bukre, İstanbul:
Destek Yayınları
·
SEIRAWAN, Yasser & SILMAN Jeremy,(2019), Satrançta Kazandıran Oyun Felsefesi, (Çev. L. Ece Sakar), İstanbul: İş Bankası Yayınları
·
SMITH, Adam,(2018), Ahlaki Duygular
Kuramı, (Çev. Derman Kızılay),
İstanbul: Liber Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder