"Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler."
Wittgenstein
Ludwig Wittgenstein’ın,
dil felsefesi bağlamındaki görüşlerine bizlere bıraktığı gökyüzünde parlayan
iki eserden hareketle bakacağız. Bu eserlerden ilki Tractatus Logico-Philosophicus, yani erken dönem eseri iken diğeri Felsefi Soruşturmalar adlı geç dönem
eseridir. Her iki eser de birbirinden farklıdır. Her iki eserde de dil ve dünya
ile ilgili benzer sorular vardır fakat verilen cevaplar farklıdır.
Wittgenstein’ın dünya
ve dil ilişkisine bakarken Felsefi
Soruşturmalar adlı eserinden çok Tractatus
Logico-Philosophicus adlı eserinden yola çıkacağız. Wittgenstein, Tractatus döneminde dili soyut bir
sistem olarak ele alır. Daha çok dil ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi inceler.
Dolayısıyla bu makalede ele alacağım soruların başında, “Dil ve dünya ilişkisi,
Wittgenstein felsefesinde nasıl yer eder?” sorusu vardır. Ayrıca,
“Wittgenstein’ın Tractatus eserindeki
önermeler dünya üzerine neleri ifade etmektedir?”, “Wittgenstein’da “töz”
kavramı ne anlama gelir?” sorularını da ele almak Wittgenstein’ın felsefesini
kavramak açısından daha yaralı olacaktır. Söz konusu olan eser, önerme önerme
ve adım adım ilerlediği için eseri hemen anlamak oldukça zor olacaktır. Biz bu
eseri ele alırken ancak üst önermelerle birlikte düşündüğümüzde anlam
kazanacaktır. Dolayısıyla şimdi düşüncelerle dolu metindeki tümceleri kaleme
alıp düşünce yolumuza adım atalım.
Wittgenstein’ın
Önermelerinde Dünya
Wittgenstein, Tractatus eserinde düşüncelerini yedi
tez içerisinde ifade etmiş ve kitabın genel olarak bütünü bu tezlerin
açıklamasından oluşmuştur. Öyle ki yukarıda ifade ettiğim gibi son önermenin
bile önceki önermelerle ilişkili olması bizleri şaşırtmamalıdır. Eserde dünya üzerine
vurgulu olan önermeler şöyledir: “(1) Dünya olduğu gibi olan her şeydir.
(1.1) Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil. (1.11) Dünya
olgular yoluyla belirlenir ve şu yolla ki, bu bütün olgulardır. (1.12) Çünkü
olguların toplamı, neyin olduğu gibi olduğu, aynı zamanda da bütün nesnelerin
olduğu gibi olmadığını belirler. (1.13) Mantıksal uzam içindeki olgular,
dünyadır. (1.2) Dünya, olgulara ayrılır.”[1]
Yukarıda yazılan
önermelerin üzerinde durmak Wittgenstein’ın ‘dünya’ üzerine söylemlerini
anlamamızda fayda sağlayacaktır. İlkin, “(1) Dünya olduğu gibi olan her
şeydir.” önermesi “Dünya, duyulara hitap ettiği şekildedir.” şeklinde de
ifade edilebilir. Dünyanın kendi kendisine has bir iç mantığı, iç yasası
vardır. Söz konusu olan ‘dünya’ kavramı evrene ya da doğaya eşittir. Doğal
dünyada işleyişin bir öznesi yoktur. Doğa öznesi olmayan bir öznedir. Diğer
yandan sonraki önermeye baktığımızda önermede ifade edilen “olgu” kavramı
anahtar kelimedir. “Dünya olguların/gerçekte olan şeylerin toplamıdır, nesnel şeylerin
değil.” demek ister Wittgenstein. Dünya, şeylerin toplamı olsaydı dünya nesnel
şeylerin toplamı olurdu. Dolayısıyla
Wittgenstein’a göre, dünya, var olan şeyler arasındaki ilişkilerin (Alm. der Tatsachen) toplamıdır, nesnel
şeylerin (Alm. der Dinge) toplamı
değildir. Dünya, dünyada var olanların birbirleriyle ilişkileri toplamıdır. Söz
konusu olan ilişkisellik içseldir ve her şey her şeyle ilişkilidir. Benzerlik
ve farklılık söz konusudur. İlk önermede olduğu
gibi olan şeyin kaynağı şeyler arasındaki ilişkidir. Wittgenstein için var
olan benzerlik ve fark dünyayı hareket ettirendir.
Üçüncü önerme ise
dünyayı ilişkilerin belirlediği ve dünyanın bütün bu ilişkilerden oluştuğudur.
Gerçekten var olan şeylerin birbirleriyle ilişkisinden söz eder. Yeter-sebep
ilkesi belirtilmemiş olsa da bu önermenin altında yeter-sebep ilkesi yatar.
Dünya olgular yoluyla belirlenir. Dolayısıyla dünya belirsiz değildir. Yani,
dünyadaki ilişkilerin toplamı dünyayı dünya yapar. Dünya zorunluluğa tabidir ve
bu zorunluluk da harekettir. Sonraki önerme şudur: “(1.12) Çünkü olguların
toplamı, neyin olduğu gibi olduğu, aynı zamanda da bütün nesnelerin olduğu gibi
olmadığını belirler.”[2]
Yani, var olanlar kastedilir. Örneğin var olan vücuda gelmiştir, ondan dolayı
vardır.
Bu noktadan sonra, bir
sonraki önermede “(1.13) Mantıksal uzam içindeki olgular, dünyadır.”
diyerek Wittgenstein yeni bir boyut kazandırır. Yani, dünya, mantıksal mekânda
gerçekten olanlardır. Başka bir deyişle, dünya mantıksal uzamda gerçekten var
olanlardan ibarettir. Mantıksal mekân ile gözümüzü ontolojik düzlemde olanın
epistemolojik yansımasına, mantıksal alanına geçmiş bulunduk. Bu noktada nesnel
olan öznel olana tamamlanıyor. Ve tüm bu önermelerden sonra Wittgenstein şu
önermeyi ekliyor: “(1. 2) Dünya, olgulara ayrılır.” Burada
Wittgenstein’a göre dünya, gerçekten var olanlara ayrılır ya da çözülür.
Analitik bakış açısı mevcuttur. Yukarıda var olanların bütünü nasıl
oluşturduğuna bakıyorken burada var olanları çözücü ve analizci bakış açısıyla
ele almaktadır.
Şimdiye kadar dünya
üzerine ele aldığımız önermelerden de açıktır ki Wittgenstein Tractatus eserinde oldukça büyük,
düşünce ve anlam yüklü bir sistem oluşturmuştur. Tractatus’ta dil-dünya ilişkisi çerçevesinde öncelikle dünyanın
yapısını anlamak gerekmektedir. Çünkü Wittgenstein’ın dilin karşısına koyduğu
dünya onun felsefi sitemini oluşturmasında çok önemli bir yere sahiptir.[3] Bu
açıdan baktığımızda Tractatus’ta
oluşturulan dünya tasviri ya da betiminin nasıl olduğuna bakılmalıdır. Yukarıda
kaleme aldığım ilk önermeler bize dünyanın, doğanın ya da evrenin nasıl bir şey
olduğunun bilgisini verir. Dünya, olduğu gibi olan her şeydir ve dünya
olguların toplamıdır. Wittgenstein, dünyayı şeylerin (nesnel şeylerin) değil
de, olguların toplamı olarak ele alır.
Tek tek şeylerin
varlığı Wittgenstein’a göre anlamsız kabul edilir. Peki, tek tek şeylerin
varlığı anlamsız ise onu bilmek neden önemlidir? Bu sorunun cevabını
Wittgenstein şöyle verir: Şey için özsel olan, bir şey durumunun oluşturucu
öğesi olabilmektir. Şey demek, aynı zamanda yalın olan demektir. Bölünemeyen,
parçalanamayan, çözülemeyen demektir. Kısaca ifade etmek gerekirse bu tözdür.
Bu noktadan itibaren töz konusuna Wittgenstein’ın perspektifinden ve
önermelerinden hareketle bakmak bize yarar sağlayacaktır.
(2.021)
Nesneler Dünyanın Tözünü Oluştururlar[4]
Töz problemi, felsefe
tarihinin en önemli problemlerinden biridir ve Wittgenstein da bu problemin
farkındadır. ‘Töz’ kavramını genel anlamıyla ifade etmek gerekirse ‘bir şeyi o şey yapan şey’ denilebilir.
Başka bir anlamı ise öznede olmayıp kendinde var olan, yani, bağımsızca kendi
içinde var olan şeydir. ‘Töz’ kavramı, Antik Yunan düşüncesinin ansiklopedik
kafası Aristoteles’ten modern felsefeye kadar tartışılagelmiştir. Basitçe ifade
etmek gerekirse; iki adet aynı cinsten meşe fidanı elimizde olsun. Bu iki
fidanı ektiğimizde ikisi de meşe ağacı olabilir fakat ikisi aynı meşe ağacı
değildir. Dolayısıyla her ikisinin tözü farklıdır. Meşe ağacını meşe ağacı
yapan şey diğer meşe ağacından farklı olarak yer eder…
Peki, ‘Töz’ kavramına
düşünürlerin yaklaşımı nasıl olmuştur? İlkin, Aristoteles bu kavramını anlamını
Metafizik adlı eserinde şöyle
açıklar: “Töz sözcüğü,
1) Toprak, Ateş, Su ve bütün benzeri şeyler gibi basit cisimler; genel olarak
cisimler ve hayvanlarla tanrısal varlıklar gibi onlardan meydana gelen şeyler;
nihayet bu cisimlerin kısımları anlamına gelir. Bütün bunların töz diye
adlandırılmalarının nedeni, onların bir öznenin yüklemi olmamaları, tersine
diğer her şeyin kendilerinin yüklemleri olmasıdır. 2) Bir başka anlamda, ruhun
hayvanın varlığının nedeni olduğu gibi, doğaları bir öznenin yüklemi olmamaktan
ibaret olan şeylerin varlığının nedeni olan her şey de tözdür. 3) Sonra bu tür
varlıklarda bulunan, onları sınırlandırıp bireysel varlıklar olarak ortaya
koyan, ortadan kalkmaları, bütünün ortadan kalkmasını doğuran kısımlar da
tözdür. 4) Nihayet tanımda ifade edilen öz de her şeyin tözü olarak
adlandırılır. O halde tözün iki anlamı vardır: A) Töz, bir yandan, en son
dayanak, başka hiçbir şeyin yüklemi haline getirilemeyendir; B) Töz, öte
yandan, özü bakımından ele alman birey olarak, (maddeden) ayrılabilen şeydir,
yani her varlığın yapısı veya formudur.”[5]
Antik Yunan düşüncesinden modern felsefeye doğru uzandığımızda René Descartes, “cogito ergo sum”dan önce “Var olanların varlığından şüphe edebilir miyim, edemez miyim?” şeklinde düşünmeye başladı. Ardından her şeyden şüphe edip şüphe ettiğinden şüphe etmedi ve önce Tanrı’nın varlığını ardından ben’in varlığını ortaya koydu. Descartes, Meditasyonlar adlı eserinde “Tözü düşündüğüm zaman var olmak için kendinden başka hiçbir şeyin varlığına muhtaç olmayan bir şeyi düşünüyorum. Açık söylemek gerekirse böyle olan yalnız tanrıdır…”[6] Diğer bir düşünür Spinoza’ya göre töz, Ethica’da şöyle vurgulanır: “Töz (cevher) deyince şunu anlıyorum; kendi başına var olan ve kendi başına kavranan şeyi yani kavramı başka bir şeyin kavramını kuşatmayan şeyi anlıyorum…”[7] Dolayısıyla bu noktadan hareketle şunları söylemek mümkündür: Spinoza’ya göre töz tektir ve töz, doğa ve Tanrı birbirine eşittir.
20. yüzyıl modern
düşünürü Wittgenstein, ‘töz’ kavramının varlığını kabul eder ve mantıksal
düzlemde töz problemini çözmeye çalışır. Wittgenstein, Tractatus’ta 2. 02 numaralı önermede “Nesne yalındır.” der.
Yani, Wittgenstein -nesne yalındır- diyerek aslında nesneyi atom olarak ya da
başka bir deyişle temel yapı taşı olarak düşünüyor. Bir bakıma bu nokta
Leibniz’in ‘monad’ları gibi görünüyor bizlere.
En yalın o’dur. Ondan daha yalın yoktur. Yalın olan nesne, maddi olandır.
Wittgenstein, “dünyanın temel yapı taşı maddidir ve dünyanın yapı taşı
maddedir” diye vurguluyor.
Aynı zamanda bir
sonraki önermede Wittgenstein şöyle yazıyor: “(2. 021) Nesneler dünyanın
tözünü oluştururlar. Bu yüzden bileşik olamazlar. (2. 0211) Dünyanın
hiçbir tözü olmasaydı bir tümcenin anlamlı olup olmadığı, başka bir tümcenin
doğru olup olmadığına bağımlı olurdu. (2. 0212) O zaman, dünyanın
doğru(gerçek) / (Alm. wahr) ya da yanlış (Alm. Falsch) bir tasarımını
oluşturmak olanaksız olurdu.”[8]
Burada kaleme alınan önermelerde bir şey eğer töz olmaksızın başka bir şeyden
oluşuyorsa bunun bizi bir döngüye götürdüğü ifade edilir. 2. 021 ve 2.
0211’deki önermelerde “Dünyanın tözü varsa bir tümcenin anlamı nereden geliyor
ve bunun anlamı başka bir tümce ile ilgili ilişkisi bakımından ne anlama
geliyor?” sorusuna değinir Wittgenstein. Bu noktada anlatılmak istenen dünyanın
tözü varsa -ki var- tümcenin anlamlılığı başka bir tümcenin doğruluğuna bağlı
değildir. “Dünyanın tözü yoktur.” dediğimiz zaman aslında dil ile mantıksal
mekân ile dünya arasında ilişki kopuyor. Mantıksal olarak bile dünyanın tözünün
varlığını kabul etmek zorundayız. Yoksa herhangi bir cümleye anlam
yükleyemeyiz. En nihayetinde dile anlam dünyadan gelir.
Tüm bunların yanında
Wittgenstein, nesnelerin adlandırılabileceğini fakat ne olduğunun
söylenemeyeceğini vurgular.[9]
Wittgenstein’ın ‘töz’ anlayışına biraz daha yakından bakacak olursak hemen
gözümüze Tractatus’taki şu önerme
çarpar: “(2.024) Töz, olduğu gibi olandan bağımsız olarak, olandır. (2.
025) O, biçim (Alm. form) ve
içeriktir. (Alm.Inhalt)”[10]
Bu önermelerde töz kendi kendisini taşıyandır hem biçimdir hem de içeriktir.
Töz kendini madde ve form olarak gösteriyor. Örneğin; elma, elma olduğunda onun
içeriğini de biçimini de töz oluşturuyor. Dolayısıyla töz kendisini iki yanıyla
(görünen, görünmeyen olarak) gösteriyor. Bu noktada Wittgenstein’ın, dünya ve
töz üzerine düşüncelerini noktalayıp dilin yapısına değinmek bizi
Wittgenstein’ın dil ve dil felsefesine doğru yaklaştıracaktır.
Wittgenstein’da
Dilin Yapısı
Wittgenstein’da dilin
doğasına değinmeden önce “Dil nedir?” sorusuna cevap vermek yerinde olur. Dil
aslında insan için her şeydir. Dil olmadan düşünce olmaz. Düşünülen düşünceyi
ifade etmek adına, iletişim kurmak adına dili kullanmak gerekir. Dil ve dil
felsefesi üzerine kaleme alınan çalışmalar sadece modern felsefede bulunmaz.
Antik Yunan dünyasının önde gelen düşünürlerinden Platon’un Kratylos diyaloğu dil felsefesinin
temellerini atmıştır. Platon’un öğrencisi Aristoteles’te ise dil üzerine kaleme
aldığı Yorum Üzerine eseri öne çıkar.
Bu eserde Aristoteles konuşmayı sembol ve işaretler olarak ele alır ve
bu da uzlaşıma işaret eder. Uzlaşım da dil ile gerçekleşir. Dolayısıyla dil
üzerine bu tartışmalar 18. yüzyıl felsefesinden modern felsefeye kadar
tartışılagelir.
20. yüzyıl felsefesi
düşünürü Wittgenstein, “Dil nedir?” sorusuna iki şekilde cevap verir:
Birincisi, ad olarak dil; ikincisi ise felsefi obje olarak dil. Ad olarak dil,
belirli bir amaca hizmet eden bir kurum değildir, aksine kolektif bir addır.[11]
Wittgenstein’a göre bir dili düşünmek, lengüistik partnerlerimizin hayatına
bağlı bir etkinlik biçimidir.[12]
Ona göre, kelimeler dünyayı tasavvur etmeye yaramaz fakat bir amaçla dili
konuşanların eylemlerini düzenler. Bir dili konuşmak, sembolleri belirli
kurallara ve kesin bir amaca göre kullanmaktan ibarettir. Dolayısıyla
Wittgenstein, dille belirli bir amacın aracı olarak değil, bir fenomen olarak
ilgilenir. Yani, nasıl ki Kant bilenen ile bilinmeyen arasında epistemolojik
ayrım çiziyorsa Wittgenstein da dünya hakkında söylenebilecek ve söylenemeyecek
arasında ayrım çiziyor.
Tractatus’ta dünyanın
en temel öğesi olan nesnenin karşısında dilin temel öğesi olarak ad çıkıyor. Bu
ad, nesneyi imler. Wittgenstein’ın deyişi ile nesne onun imlemidir. Vurgulanmak
istenen şey şudur: İsim, bir nesnenin anlamıdır. Nesne ise ismin anlamıdır. Yani Wittgenstein şunu demek ister:
İsimler temel önermeler halinde bulunurlar ve mevcut konumdaki nesnelere
tekabül ederler. Aslında açık ve nettir ki burada Kantçı bir çizgi vardır.
Kant’ın kriteri fenomen alanındaki yargılar geçerlidir çünkü duyulara dayanır.
Yani, duyusal olan ile duyusal olmayan arasında olan bir kriterdir.
Wittgenstein’ın söylenebilir ve söylenemez olan arasındaki kriter ise bir önerme
son parçasına kadar analiz edildiğinde -ki en son parçaya indiğimizde isimleri
buluruz- eğer o isim dış dünyadaki bir gerçekliğe tekabül ediyorsa o önerme
söylenebilir bir önermedir. Eğer o önerme tekabül etmiyorsa söylenemezdir.
Yani, en küçük yapı taşının olguya işaret etmesi gerekir. Eğer işaret ediyorsa
o önerme doğrudur, eğer işaret etmiyorsa o önerme yanlıştır.
Wittgenstein için basit
nesnelerin veya tözlerin bileşemi olumsal olanı gösterir. Ama biz bu
bileşimleri analiz edince o en basit nesnelere veya tözlere ulaştığımızda
olumsal alandan tamamen sıyrılarak gerçekliğe ulaşırız. Yani, bu, gerçekliği
töz olarak almamız gerektiği sonucuna götürür bizi.
Basit şeyler basit
oldukları için daha fazla da analiz edilemeyeceğinden basit şeyler
tanımlanamaz. Tanımlanamaz olduğu için biz sadece isim verebiliriz. Eğer
isimlendirme ya da adlandırma dil ile oluyorsa o zaman dil her zaman ne
olduğunu değil, nasıl olduğunu bize gösterir. Bu noktada Tractatus’ta yer alan önermelerden birine işaret edilebilir. O
önerme ise şudur: “(2. 0201) Karmaşıklar üzerine her dile getiriliş,
bunların oluşturucu ögeleri üzerine olan bir dile getiriliş ile karmaşıkları
tam olarak betimleyen tümcelere ayrılabilir.” Bu önermeyi açıklayacak
olursak dilin yapısı ile dünyanın yapısı arasında karşılıklı uyumluluk
ilişkisi vardır. Dünyayı atomlara kadar ayrıştırabiliyoruz. Aynı şey dil içinde
geçerli. Herhangi var olan, mesela bir elma, karmaşıktır. Birçok sayısız yapı
taşlarının, nesnenin bir araya gelmesidir. Biz elmayı en basit yapı taşına
kadar ayrıştırabiliriz. Tümceleri de en temel yapı taşlarına kadar
ayrıştırabiliriz. Dilin analiz edilebilirliği ile dünyanın analiz
edilebilirliği arasında bir uyumluluk vardır. Dünyanın ve dilin bir mantığı
vardır, hatta dil dünyanın mantığını yansıtır.
Sonuç olarak, dil ve
dünya arasındaki ilişkide ‘töz’ kavramı da önemli rol oynar. Wittgenstein dil
konusunda sadece genel olarak dil ile sınırlı kalmayıp dilin içindeki
tümcelere, imgelemlere ve sözcüklere kadar inmiştir. Wittgenstein’a göre,
filozofların çoğunluk soruları ve tümceleri, dil mantığımızı anlamamamıza
dayanır. Hatta şunu da ekler Wittgenstein: “Ve şuna da şaşmamalı ki, en
derin sorunlar aslında hiç de sorun değildir.”
Dolayısıyla dünya ve
dil ilişkisi üzerinden dil felsefesini ortaya koyan Wittgenstein için dil çok
önemli bir kavramdır. Hatta bütün bir felsefe ona göre dil eleştirisidir.
Bundan dolayıdır ki Wittgenstein şunu vurgular:
“(5. 61) Düşünemediğimizi,
düşünemeyiz; o zaman düşünemediğimizi söyleyemeyiz de…”[13]
KAYNAKÇA
·
L. Wittgenstein, Tractatus
Logico-Philosophicus
·
L. Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar
·
René Descartes, Meditasyonlar
·
Zeki Özcan, Dil Felsefesi III
·
A. Kadir Çüçen, XX. Yüzyıl Filozofları
·
Spinoza, Etika
·
Aristoteles, Metafizik
[1] L. Wittgenstein,
Tractatus Logico-Philosophicus (Çev: Oruç Aruoba), Metis Yayınları, İstanbul,
2018, s.15
[2] L.
Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus (Çev: Oruç Aruoba), Metis
Yayınları, İstanbul, 2018, s.15
[3] A. Kadir
Çüçen, XX. Yüzyıl Filozofları, Sentez Yayınları, Ankara, 2016, s. 692
[4] L.
Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus (Çev: Oruç Aruoba), Metis
Yayınları, İstanbul, 2018, s.19
[5]
Aristoteles, Metafizik (Çev: Ahmet Arslan), Divan Yayınları, İstanbul, 2019,
s.288
[6] R.
Descartes, Meditasyonlar (Çev: Çiğdem Dürüşken), Alfa Yayınları, İstanbul, 2017
[7] Spinoza,
Etika (Çev: Hilmi Ziya Ülken), Dost Yayınları, Ankara, 2011, s.295
[8] L.
Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus (Çev: Oruç Aruoba), Metis
Yayınları, İstanbul, 2018, s.19
[9] A. Kadir
Çüçen, XX. Yüzyıl Filozofları, Sentez Yayınları, Ankara, 2016, s. 693
[10] L.
Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus (Çev: Oruç Aruoba), Metis
Yayınları, İstanbul, 2018, s.21
[11] Zeki
Özcan, Dil Felsefesi III, Sentez Yayınları, Bursa, 2018, s.61
[12] L.
Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar (Çev:
Haluk Barışcan), Metis Yayınları, İstanbul, 2020, s.32
[13] L.
Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus (Çev: Oruç Aruoba), Metis
Yayınları, İstanbul, 2018, s.135
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder