30 Haziran 2020 Salı

ROUSSEAU’DA UYGARLIK, BİLİM VE SANAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE





Sanata bir deniz üzerindeki ufuk çizgisi gibi uzun ve farklı gemilerden bakacak olursak ilkin Antik Yunan kıyılarında ve Platon’un eserlerinde gördüğümüz üzere Sokrates’in felsefeyi tartışarak çarşıda ve pazarda yaptığını görürüz. Platon, felsefeyi Akademia Okulu’nda, Aristoteles ise çok sonra felsefeyi kendi okulunda, yani Lise’de yapmıştı. 18. yüzyılda dönem değişince, modern filozofların da düşünceleri değişmiştir.

Modern dünyanın sanat anlayışında ya da 18. yüzyılda da İskoçya, Almanya, İngiltere’de ‘güzel’ meselesi incelenmiştir. Antik Yunan dünyası, teorik olarak düşünüyordu ve akıllarına gelen her soruyu incelemeye çalışıyorlardı. Modern dünyada ise felsefenin genel olarak etkisi olmuştur. Teorik yaklaşım da mevcuttu fakat arka planda yer almıştır. Yani başka bir deyişle teorik olan pratik olandan ayrılamazdı. 18. yüzyılda Fransa’da sorulan soru şu olmuştur: Onun veya o şeyin gerçekten güzel olup olmadığına kim karar verecek? Otorite sahibi, sanatın içinde bulunan ve kendileri de üreten kimseler cevap verebilirler. Bu makaleyi söz konusu olan soruyu açmak, uygarlık-bilim ve bilim-sanat arasındaki ilişkiyi ve Rousseau için bilim ve sanatın ahlak penceresindeki yerini göstermek amacıyla kaleme almaktayım. Antik Yunan dünyasından bağımsız bir şekilde modern dünyada Rousseau’nun izlerini takip etmeye başlayalım…

Modern Dünyada Fransız Aydınlanması

Günümüzde uygarlık denilince bir ülke veya toplumun maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamı akla düşer. Dolayısıyla uygarlık kavramının içerisinde bilim ve sanatı da barındırdığı açık bir şekilde görülür. Modern dönemde modern sanat anlayışının tartışıldığını da görmekteyiz. Gerek Diderot olsun gerek Voltaire ya da farklı filozoflar olsun her şekilde Fransız Aydınlanmasında tartışmaların içinde oldukları açıktır.

Modern dönemde sanatın tartışıldığı yerlerden bir tanesi yeni kurulmuş sanat akademileri olmuştur. Bir diğeri özel salonlardır. İmkânı olan insanlar, yemekler ve davetler veriyorlardı. Bu davetlere politikacıları, sanatçıları, filozofları, tüccarları davet ediyorlardı. Elbette ki bunu özellikle entelektüelleri bir araya getirmek için yapanlar da vardı… Son olarak sanatın tartışıldığı yerlerden diğeri ise kafeler olmuştu. Kafe kültürü özellikle Fransız Aydınlanmasında ön plana çıkmıştı. Kafelerin iki işlevi mevcuttu: Bunlardan bir tanesi iş görüşmeleri yapan insanlar kafelerde buluşuyorlardı. Diğeri ise insanlar kafelerde bir araya gelip birbirlerine sorular sorup tartışıyorlardı. Söz konusu olan sorular içinde “Güzelliği nasıl tanımlarız?”, “Duyularla mı ya da deneyci bir açıklama mı lazım, yoksa gelenekselci yaklaşımla mı güzelliğe yaklaşılmalı?” gibi soruların hepsi tartışmanın eksenini oluşturuyordu.

Tüm bunlar dışında daha derine indiğimizde Fransız Aydınlanması denilince genelde “felsefe ile dini karşılıklı oturtma” anlamı gelmektedir. Oysa o dönemde topluma din rengini vermiştir. Daha önceki soruları yeni tarzda cevaplamaya çalışmışlardır. Perspektifleri insan aklını kullanmak ve deneyimden hareketle sorunları çözmeye çalıştıklarından dolayı Hristiyan kültürle çatışmaya giriyor gibi görünmektedir. Fransız Aydınlanması genel olarak Hristiyanlık veya din karşıtlığı değildir. Din ve gelenek eleştirisinde en ileri giden filozoflar mevcuttur.

Aydınlanma her nerede ve nasıl olursa olsun kendi adına düşünme gücüdür ve üç konusu vardır. Bunlar, ‘iyi, doğru ve güzel’dir. Makalemde ön plana çıkacak olan kavram ‘güzel’ kavramı olacaktır. Bu noktada modernlerle eskiler arasındaki temel farka baktığımızda eskiler olarak tanımladığımız taraf tarihe bakarken bir bozulma görüyordu. Modernler tarihte bozulma değil, ilerleme görüyorlar. Modernler için kendimizi kendi çağımızın içinde ifade etmemiz gerekmektedir. Öyle ki bu durumda biz kendi sesimizi ortaya koyacağız. Aynı zamanda modernler klasikleri ciddi bir şekilde eleştirmiştir. Örneğin, Rousseau, modern dünyanın bozulmuşluğunu ‘gizleyen maske’ gibi söyler.[1] Fakat modernler nezaketi ve kibarlığı överler.

Rousseau’da Uygarlık, Bilim ve Sanat

Rousseau’nun sanat anlayışından önce onun Fransız Aydınlanmasındaki yerine bakacak olursak bu dönem içinde Rousseau yumuşak ve duygusal bir deizm savunuculuğu içerisindedir. Rousseau moral, duygu ve vicdanı bir Tanrı inancına bağlamıştır. Deizmin ana konusuna sadık kalmıştır.[2] Dolayısıyla Rousseau akılcı deizmine romantik bir anlayış katmıştır. Rousseau’ya göre insanda doğuştan mevcut olan iyilik ve adalet duygusu sonradan kötülüğe ve eşitsizliğe kaymıştır. İşte tam da bu noktada Rousseau’nun İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı eserine işaret edilebilir.

Fransız Aydınlanması dönemindeki görüşleri ardından Rousseau’nun sanat ve ilim üzerindeki görüşlerine adım atmak yerinde olacaktır. Rousseau kaleme aldığı Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev adlı eserinde sanat görüşünü gökyüzünün bulutsuz ve saf açıklığı gibi açık bir ifadeyle ortaya koymuştur. Bu eseri okurken “Bilimlerin ve sanatların gelişmesi ahlâkın düzelmesine mi yoksa bozulmasına mı yardım etmiştir?” sorusunu sürekli göz önünde bulundurmak gerekir –ki Rousseau bu soru ile eserine başlar. Söz konusu incelenecek olan soru, dağ kadar büyük ve okyanus kadar derin bir problemdir. Ahlak meselesinde Rousseau’ya göre bir çelişki vardır. Bu çelişki aslında dürüstlük ve erdem arasında mevcuttur. Rousseau’ya göre erdem ile dürüstlük kavramı çelişmektedir. Rousseau şöyle yazar: “İyi insanların dürüstlüğe verdikleri değer bilginlerin bilime verdikleri değerden daha yüksektir.”[3]

Rousseau’ya göre, insanların doğru yola girmesi için bir devrim gerekliydi; o devrim ise edebiyattı. İnsanlar yazmaya başladı, ardından edebiyatı bilimler izledi. ‘Yazmak’ sanatından sonra ‘düşünmek’ sanatı doğdu Rousseau için… Düşünce ile beraber birçok şey değişti. Kimi insanlar derinlemesine düşünerek teknolojiyi uç noktaya taşıdı. Bilim gerek teknoloji, gerek sanayileşme, gerek üretimle beraber üst noktaya yavaş yavaş tırmanıyordu. İhtiyaçların doğurduğu kral tahtlarını bilim ve sanatlar güçlendirmişti. Onlar, “Ey dünyanın egemenleri! Sanata yeteneği olanları sevin, sanat için çalışanları koruyun! Ey uygar milletler! Bilimleri ve sanatları besleyin.” şeklinde vurgular yaparak bilim ve sanatların gücüne güç katmışlardır.

Rousseau eserinde uygarlık üzerine eleştirilerde de bulunur. Uygarlığın bilim ve sanatla ilişkisi ön plana çıkar. Ona göre uygarlık birbirini umursamayan insanların birbiri üzerinden yükselmesi üzerine oluşan paradokstan oluşur. Uygarlığın temel yapı taşlarından olan sanat ve bilim doğal eğilimlerinden olan şeylerdir.

Başka bir pencereden baktığımızda samimiyetsizlik ve ruhsuzluk Rousseau’nun vurgulayıp yakındığı terimlerdir. Rousseau şöyle der: “Hep nezaket gerekleri, kibarlık zorunlulukları içerisindeyiz. Hep âdetlere, kurallara uymaktayız. Hiç kendi ruhumuza uyduğumuz yok. Kimse olduğu gibi görünmeye cesaret edemez olmuş…”[4] Mevlana’nın sözü de bu noktada kulaklarımda çınlamakta: “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol…” Rousseau’nun tüm bunları söylemesinin nedeni ise toplum denilen sürüyü meydana getiren insanlar hep aynı şeyi yapıyorlar. Olduğu gibi görünmeyip göründüğü gibi de olmamakta ısrar ediyorlar. Dolayısıyla, samimiyetsizlik nezaketin temelinde yer etmiş durumdadır. Rousseau için, uygarlığın getirmiş olduğu nezaket anlayışı büyük bir şekilde gizleniyor.

Uygarlıkla, medeniyetle birlikte insanlar birbirleri arkasından işler çevirmekte, kuyular kazmaktadırlar. Kimi insanlar vardır ki karşısındaki insanı çıkmaz sokakta bırakıp “Yolun açık olsun!” diyebilme samimiyetsizliğine sahipler. Yapmacık hareketler ve gülüşlerin ardı arkası kesilmez… Rousseau’ya göre artık tüm bu arkadan iş çevirmeler biçim değiştiriyor. Erdemsizliğin yerini ince erdemsizlik alıyor. Küçük bir örnek verecek olursam: Sevmediğimiz bir insana doğrudan saldırırız çoğu zaman. Fakat uygarlıkla birlikte arkadan saldırmaktayız. İşte tam olarak bu noktada samimiyetsizlik söz konusu oluyor. Kabalığın yerini ince bir erdemsizlik alıyor…

Sonuç olarak baktığımızda bilimler ve sanatlardaki ilerleme mutluluğumuza bir şey katmamış, ahlâkımızı bozmuş, bu yüzden zevkimizi de berbat etmiştir. Renkler ve zevkler üzerine geriye eser kalmamıştır. Uygarlığın samimiyetsizliği her pencereden içeri girmiş, bilim ve sanatları da kaplamıştır. Dolayısıyla 18. yüzyıldan günümüze baktığımızda şu soruyu sormam yerinde olacaktır: Uygar olan uygarlıklar, bilimler ve sanatların değerinin farkına ne zaman varacaklar ve ahlaktan ne zaman ayrılacaklardır?





 KAYNAKÇA:

·         Jean Jacques Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev
·         Ahmet Cevizci, Felsefe Ansiklopedisi
·         Ahmet Cevizci, Aydınlanma Felsefesi



[1] Jean J. Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, TR İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018, s.11
[2] Ahmet Cevizci, Deizm, Felsefe Ansiklopedisi, Ebabil Yayınları, Ankara, 2006, s.101
[3]  Jean J. Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, TR İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018 s.5

[4] Jean J. Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, TR İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018, s.9

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

WITTGENSTEIN FELSEFESİNDE DİL VE DÜNYA İLİŞKİSİ

  "Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler." Wittgenstein Ludwig Wittgenstein’ın, dil felsefesi bağlamındaki görüşlerine biz...